(Meğerse neler değişmiş ülkemizde, neleri unutmuşuz zamanla!)

Değerli Okur bu yazım; 

Milenyumlu yılları yaşayan dünyamızda pek çok ülke bilişim çağının tüm teknolojik gelişmelerini yaşarken; günümüz Türkiye’sinden çok değil bundan 60 yıl öncesine baktığımızda, ülkemizin ardında kalan yaşam biçiminin ne olduğunu bilmeyen genç kuşaklara, mazide kalan Türkiye’nin neleri nasıl yaşadığını anlatmak için kaleme alınmıştır.

 İşte o dönemde yaşananlar, yaşayanların hayatına renk katanların öne çıkanları:

 "Hippiler (Çiçek çocukları): 

60'lı yılların Türkiye'sinde hayatımıza renk katan en fantastik olay; dünyada esen serbestlik rüzgârının temsilcileri olan "Hippiler (Hippy)", Uzakdoğu merkezli olarak dünya gezilerine çıkmaları ve bu arada gezi güzergâhları içerisine Türkiye'yi de almış olmalarıdır. 

Kendilerine "Çiçek çocukları", "Barış elçileri" gibi ilginç isimler veren Batı Avrupa'nın ve Kuzey Amerika'nın işsiz ve parasız gençleri, Volkswagen marka minibüslere doluşarak İstanbul'a geldiler ve uzun yıllar Sultanahmet'i kendilerine buluşma yeri olarak seçtiler. 

Uzun yıllar burada ucuza konaklamanın avantajını kullanan, genelde uyuşturucu kullanımı ağırlıklı bir yaşam tarzı sürelerken; garip giysileri, saç modelleri, sürekli şarkı söyleyen, çalışmayan ve üretmeyen bu insanlara, İstanbul halkı tarafından kendilerine ikinci bir isim daha takıldı; 'Bitli turist'… Sultanahmet semti de bundan nasibini aldı, uzun yıllar 'Bitli Sultanahmet' olarak anıldı! 

O dönemde, benim de oturduğum semt, Hippilere çok yakın olduğundan; zaman, zaman bu Çiçek Çocuklarını izlemeye gider, onların garip giysiler içerisinde, gitarlar eşliğinde söyledikleri ilginç şarkıları dinlerdim. Onlara göre hayatın içinde önemli olan bir tek şey vardı: "Savaşma seviş…" 

Hippilik akımı, 80'li yılların başında yok oluş sürecine girince, hippiler de İstanbul'u terk etmişlerdir. 

68 Kuşağı: 

1960'lı yıllarda kapitalist birçok ülkede ve özellikle ABD'de yönetime ve sisteme karşı hareketleriyle öne çıkan, daha çok özgürlüğü, eşitliği ve savaş karşıtlığını benimsemiş ve genel de o ülkelerde yaşayan üniversite gençliği arasında akımlar oluşmuştu. 

68 kuşağını dünyaya tanıtan ilk olay; Fransa'da Sorbonne Üniversitesinde meydan gelen öğrenci isyanıdır. 

Ayrıca Latin Amerikalı Devrimci Ernesto Che Guevera'nın (kapitalizme karşı bayrak açmış dünya gençliğinin efsanevi devrimci lideri…) yakalanıp, 9 Ekim 1967 tarihinde Bolivya Ordusunun elinde öldürülmüş olması, bu olayların başlangıcı olarak gösterilir. İşte o dönemde tüm dünyayı etkisi altın alan bu devrimci olaylar, Türkiye'de de etkisini gösterdi. Özellikle üniversite gençliğimizin sol görüşlü öğrencileri arasında destek bulan bu akım, giderek yaygınlaşarak, ülke çapında gösterilere ve silahlı eylemlere sebep oldu. 

68 Kuşağının Türkiye'deki uzantısını ise Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan gibi sol görüş içerisinde fraksiyonlara ayrılan devrimciler ve öğrenciler oluşturmuştur. Deniz Geçmiş ve Mahir Çayan'ın önderliğini yaptığı iki fraksiyon o dönemde hedef seçilmiş. Bunun üzerine Mahir Çayan önderliğindeki THKP/C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/ Cephesi) silahlı mücadele kararı almıştır. Deniz Geçmiş önderliğindeki THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) ise silahlı mücadeleden uzak kalmıştır. Ancak dönemin emniyet güçlerinin yakalanan devrimcilere şiddet uygulaması, bu grupta da anarşizm hareketini ateşlemiştir. 

1971 yılında verilen askeri muhtıra sonrasında devrimci gençler öldürülmüş, yakalananlar ise idam edilmişlerdir. 

- Devamı Sa: 3 Sü: 5'DE 

O dönemde yayınlanan gazetelerin ilk sayfalarında yer alan haberler şimdiki gibi özet olarak sunulmaz, direkt konuya girilerek, makale tarzında anlatılmaya başlanırdı. Haber nerede kaldıysa (çoğu zaman cümlenin ve hatta kelimenin ortasında) orada kesilir, altındaki satıra da koyu harflerle: 'devamı sa: 3 sü:5'de' gibi ilginç bir ibare konulurdu. Bu uygulama ile haberin orada bitmediğini; devamının gazetenin 3'ncü sayfasının, 5'nci sütununda devam ettiği ifade edilmiş olurdu! 

Gazetelerin bu uygulaması 80'li yılların sonuna kadar sürdü. Artık günümüzde, ilk sayfada kısa bir özet ile verilen haberin altına; 'devamı 3'de' gibi ibareler konulmamaktadır. 

- Lütfen sayfayı çeviriniz: 

Yine o dönemde yayınlanan dergilerin sağ sayfalarının en altında, işaret parmağı ileriye doğru uzanmış küçük bir el işaretinin yanında, sayfayı çevirmemiz gereken uyarıcı (!) bir yazı olurdu. Yazının devamının nerede olacağını bilemeyip de, muhtemelen bocalayacak zekâ düzeyinde olacak okurlar için hazırlanmış olan bu uygulama, artık okurların herhangi bir yardım gerekmeksizin sayfa çevirme yetenekleri gelişmiş olacak ki, günümüzde dergiler ve gazetelerde bu tür ibarelerin konulması gerekliliği hissedilmemektedir! 

O dönemde yayınlanan 'Hayat' ve 'Ses' mecmualarında (dergilerinde) böylesi işaret yönlendirmeleri olduğunu dün gibi hatırlıyorum…

- Akşam Gazeteleri: 

60'lı ve 70'li yıllarda radyo yayınları kısıtlı olduğu ve televizyon da olmadığı için gazeteler çok önemliydi. Gündüz satılan gazetelere alternatif olarak akşama doğru 15.00 – 16.00 saatlerinden sonra 'Akşam' gazetesi adıyla bazı gazeteler basılır ve gün içerisinde yaşanan bazı önemli olaylar, ertesi güne sarkmadan sıcağı, sıcağına be akşam gazetelerinde yer alırdı. 

Benim de anımsadığım kadarıyla, 'Son Havadis' gazetesi bunlardan bir tanesiydi. Bu gazeteler, özellikle günün bitiminde ve iş çıkış saatlerinde daha çok vapur iskelelerinde, otobüs duraklarında ve tren istasyonlarında satılır, böylece meraklısına 12 saatlik taze haberler sunulurdu… 

- Burda Model Dergisi: 

O yıllarda çok kaliteli, parlak renkli ofset baskılı, incecik yaprakları olan bu moda dergisi; kadınlar için biraz da statü sembolü olarak görülürdü. Ayrıca doktorların, kuaförlerin de bekleme salonlarında, Burdaların eski sayıları atılmayarak, sehpaların üzerinde biriktirilirdi. (bu adet aynen günümüzde de uygulanmıyor mu? Yine dr. ve diş hekimi muayenehanelerinde, avukat bekleme salonlarında, kuaförlerde, benzer iş yerlerinde görüşeceğimiz kişileri beklerken, bu tür dergilerin eski sayılarını okuyarak randevu saatimizi beklemiyor muyuz?) 

Özellikle moda dergilerine bakarken, içinde bulunduğumuz mevsime göre Avrupa modasını vurgulayan manken resimleri ve altlarında Almanca açıklamaları olan bu dergilerde ne yazıldığı anlaşılmasa bile! Biz Türklerin pratik zekâsı sonucunda, mankenin üzerinde taşıdığı elbisenin aynısı ivedi bir şekilde dikiliverilirdi! 

- Okunmuş Gazete Toplayanlar: 

Her akşam, Karaköy ve Kadıköy vapur iskelelerinin yolcu çıkış kapılarının iki yanında sıralanan bir takım çocuk ve gençler: "Okunmuş gazetelerinizi alırız!"nidalarıyla, vapurdan çıkan yolcuların ellerindeki gazeteleri isterler, bu talepleri de genelde karşılıksız kalmazdı. 

Benim çocukluk dönemimi de kapsayan, gördüğüm, bildiğim bu uygulama; genelde okul harçlığını çıkarmak için ihtiyacı olan öğrenciler tarafından yapılıyordu. Toplanan bu gazeteler, bazı öğrenciler tarafından 'torba kâğıdı' haline getiriliyor ve semt bakkallarına satılıyordu… (Bu uygulamayı ben de yapmıştım. Gazete kâğıtlarından hazırladığım ve un hamuru ile yapışmasını sağladığım torba kâğıtlarını okul harçlığıma katkısı olsun diyerek, kilosu 25 kuruşa semt bakkalına sattığımı çok iyi hatırlıyorum. Bu arada kimi arkadaşlarımın; sattıkları torba kâğıdı destelerinin ağırlığı fazla olsun diyerek, hazırladıkları torba kâğıtlarının alt tarafını bolca un hamuru ile yapıştırdıklarını da hiç unutamam…) 

- Cep Fotoromanları: 

60'lı ve 70'li yıllarda özellikle genç kızlar tarafından çok okunan ve orta boy bir cebe sığabildikleri için 'Cep Fotoromanı' olarak isimlendirilen resimli aşk kitapçıkları vardı! Günümüzde TV'lerden sıkçasına izlediğimiz Brezilya dizilerinin kitaplaştırılmış hali olan bu fotoromanlar; çoğunlukla İtalyan ve Fransız artistleri tarafından senaryolaştırılmış konuları içerirdi. İçerisinde kavga sahneleri olmayan, dövüş sahneleri içermeyen bu pembe diziler, genellikle Hürriyet ve Tay yayınları tarafından kitapçılarda satılırdı. O dönemlerde geçliğini yaşayan bizim kuşaklarımız bu kitaplara çok rağbet eder ve bu kitapları aramızda değiş, tokuş ederdik… 

- Ayşegül Çocuk Kitapları: 

Türkiye baskılarında adı 'Ayşegül' olan, Fransız yapımı renkli ve resimli A4 ebadında parlak kâğıda basılmış çocuk kitapları vardı. İçindeki çizimler renkli fotoğraf güzelliğindeydi. O dönemde oldukça lüks sayılabilecek bu kitaplar, 16 sayfa civarındaydı. 

Hayali bir Fransız kız çocuğunun; evde, okulda, piknikte, tatilde, uçakta, köyde, tiyatroda, yaş gününde, senaryolaştırılmış seri maceralarının anlatıldığı bu kızın, Türkiye şartlarıyla benzerlik taşımayan bir yaşam biçimi vardı. Ailecek bahçeli lüks bir köşkte otururlar, Fındık adında bir köpeği ile köşkün ve kilisenin bahçesinde oynarlardı. Bu kitapta anlatılan hikâyelerin içeriklerinde kullanılan mekânlar, yaşam tarzı; o günün Türkiye şartları hiçbir benzerlik taşımazdı! 

Ve Babıâli: 

O yıllarda yayınlanan gazete ve birçok derginin matbaaları ve yazı işlerinin yer aldığı, Çemberlitaş Türbe'den, Sirkeci Meydanına kadar kıvrıla, kıvrıla inen meşhur Cağaloğlu yokuşuna o yıllarda 'Babıâli' denirdi. Cağaloğlu yokuşuna açılan sokaklar dâhil olmak üzere, bu bölge tamamen yayıncılık hizmeti vermekteydi. 1980'lerin sonlarından itibaren buradaki gazeteler birer-ikişer iki telli civarında yeni yaptırdıkları modern tesislerine taşındıktan sonra, Babıâli'nin günümüzde sadece ismi kaldı… 

Pekiyi 60'lı yıllarda günlük yaşamımıza yön veren, kolaylık sağlayan; iletişiminden, temizliğine, yiyeceğimizden, içeceğimize, ulaşımımızdan, haberleşmemize kadar bize sunulan hizmetler nelerdi? 

Ülkemiz; o günlerden, bu günlere hangi yaşam standartlarını yaşayarak, geliştirerek, aşarak ama aslında aile yapımıza yansıyan ekonomik gücüyle doğru orantılı hangi süreçlerden geçmişti? 

İşte o dönemde kullandığımız bazı malzemeler ve yaşamımıza anlam katan renklerden yansımalar: 

Arap Sabunu: 

Günümüzün Türkiye'sinde yarım asır geriye gittiğimizde, bugünlerde yoğun bir şekilde kullanılan çeşit, çeşit deterjanların yerine; temizlik işlerinde Arap sabunu, ya da beyaz kalın sabunlar kullanılırdı. 

Ayı Oynatıcılar: 

Bu manzara benim yaşamım boyunca unutamadığım bir insanlık ayıbıydı! Doğal yaşamına müdahale ederek, türlü işkencelerle bazı hareketleri öğrettiğimiz, burnuna geçirilen halkayla da güya insanlara gösteri adı altında bazı garip hareketleri yapan ayılarla; bir elinde tef, diğerinde uzun bir sopanın ucunda ayının burnuna bağlı bir zincir ve kavruk bir Çingene'den oluşan bu ikili; daha çok turistik yerler ve sokak aralarında gösteri yapardı. Elindeki tefi; dokuz-sekizlik bir ritimle çalarak, şarkı söyleyen çingenenin, arada bir elindeki sopayla ayıyı dürtmesiyle ayının sopaya tutunarak, iki ayağının üzerine kalması, bazen yere yatarak bayılma numarası yapması ilginç bir şovu ortaya koyardı. 

En çok tutulan gösteri ise: "Kocaoğlan, hamamda karılar nasıl bayılır? "sorusunun ardından, ayının sırt üstü yere yatarak bayılma numarası yapmasıydı. Gösteri sonrasında Çingene başından çıkardığı kasketi ile seyircilerden para toplardı. 

1980 sonrasında ayı oynatmak kesinlikle yasaklandı. Hayvanlar toplanarak, Uludağ'da oluşturulan 'ayı yetiştirme ve iyileştirme merkezine' götürüldüler. İnsanların doğal yaşama, doğal yaşamın canlılarına nasıl zarar verdiğinin en belirgin yansımasından sadece bir tanesiydi… 

Boncuklu Kasap Kapıları: 

O dönemde çocuk yıllarımın içinde kalan ve hep ilgimi çeken ama biraz da çocuksu oyunlarımın içinde yer alan 'boncuklu kasap kapılarını' hiç unutamam. Özellikle yaz aylarında; kocaman boncukların sıra, sıra dizildiği upuzun iplerle kapalı kasap kapılarından içeri girerken, o bocukların çıkardığı şıkırtılı sesleri çok hoşuma giderdi. Yaz sıcağının o boğucu atmosferinde; İstanbul'daki kasapların pek çoğunun kapıları, içeriye sineklerin üşüşmesini önlemek için bu boncuklu siperliklerle örtülü olurdu… 

Dalyanlar: 

60'lı yıllarda ülkemizi çevreleyen denizler, bugünkü gibi balık çeşitlerinden yoksul halde değildi! Marmara denizinin o kirletilmemiş tertemiz sularında tutulan balıklarının tadı; boğazın eşiz güzelliğine tat katar, yerli ve yabancı herkesimden insanın 'Boğazda ki, rakı balık keyfi' hayatlarına büyük bir lezzet verirdi. 

İşte o dönemin özellikle uskumru, palamut, torik, lüfer ve kalkan balığı mevsiminde; kıyıya yakın sığca kesimlerle, denizin dibine ağaç kazıklar çakılarak, bunların arasına geniş ve hacimli ağlar gerilirdi. Balık sürüleri bu bölgeden geçerken, bir ucu torba gibi açık olan dalyan ağlarından içeri girerler, bir süre sonra da dalyanın ağzı kapatılarak içindeki balıklar kıyıya çekilirdi. Dalyan tahtalarının birinde dalyan gözcüsü sürekli nöbet tutardı. Görevi; ağa balık sürüsü girince, tuzağın ağzını kapatmaktı. En meşhur dalyanlar, Boğaz'da akıntının yoğun olduğu noktalarda kurulu olan Kavaklar, Sarıyer, Beykoz, Çubuklu ve Salacak ile Marmara kıyılarında Yenikapı ve Bakırköy dalyanlarıydı… 

El Radyoları: 

60 yıl önce o günlerde, avuç içi kadar büyüklükte, yassı pille çalışan radyolar çok rağbet görürdü. Bilhassa Pazar günleri TRT'nin canlı yayınla yayınladığı lig maçları, kulaklara sıkıca yapıştırılan bu el radyolarını genelde erkekler kullanırdı. Yine o dönemde radyosu olmayan otomobillerde ve diğer araçlarda da torpidonun üzerinde yerlerini alırlar ve yol boyunca açık olurlardı. Benim de kullandığım bu radyoların parazitini en aza indirmek için, dinlediğim zaman sık, sık yönünü değiştirmek zorunda kaldığımı, daha dün gibi hatırlıyorum…

Mandolin: 

60'lı yıllarda, ilkokul çocuklarına çalmaları için adeta zorla dayatılan ama nedense çocuklar tarafından hiç sevilmeyen adına 'Mandolin' denen bir İtalyan çalgısı pek modaydı! Bu çalgı öylesine moda olmuştu ki, neredeyse tüm okullarda öğretici kurslar açılır, bütün kırtasiyecilerde mandolin metot kitapları satılırdı… 

Leblebi Tozu: 

Çocukluğumuzu yaşadığımız 60'lı yıllarda vazgeçemediğimiz muzurlukların başında gelen, ağzımıza doldurduğumuz 'şekerli leblebi tozunu' karşımızdakinin suratına püskürttüğümüz o günleri unutmak mümkün müdür? Mahalle bakkallarında satılan, işaret parmağı uzunluğundaki şeffaf torbalara doldurulan bu 'muzurluk cephanesi!', eğer ağızda fazla tutulursa, boğaza fena halde kaçar ve uzun süre öksürtürdü. Boğulmak üzere olan çocuğunu fark eden ebeveynler tarafından çocuk güzelce dövülür, leblebi tozunun geri kalan kısmı aceleyle çöpe atılırdı… 

Mızıkalar: 

İlk mızıka sesini duyduğumda, 'Heybeli Ada da' ilkyaz tatilindeydim.. Elinde garip bir aleti üfleyen bir çocuk, bu aletten, 'kovboy filmlerini' izlerken duyduğumuz bir ses çıkıyordu! Bu aletin adının 'mızıka' olduğunu öğrendim. Dudaklar arasında hızla sağa, sola çekilirken üflenen bu aletten çıkan çok değişik sesler, işitenlerin oldukça ilgisini çekmişti. Daha son pompalısının da kullanım alanımıza girdiği bu ince uzun, dikdörtgenler prizması şeklindeki müzik aleti, 60'lı yıllarda çocuklara alınan hediyelerin başında geliyordu… 

Kabinli Motosikletler: 

O dönemde motosikleti olanların yarısından çoğunun motorunun yanında bir de kabini olurdu! Motorun sağ tarafına takılı, bağlanıp çıkarılabilen bu kabinler kapısız ve tek koltukluydu. Sadece sağ tarafında tekerlekleri olurdu. Önlerinde rüzgârı kesen bombeli bir camı, kabinin arkasında da, küçük bir bagajı vardı. İstanbul'da genel olarak bu tür motorları kullananlar; motor kabinin içerisinde eşlerini ve çocuklarını taşırlardı… 

Misafir Odası Sarmaşıkları: 

Rahmetli annemin evi çiçek bahçesi gibiydi! 

Hatırlarım; hele, hele misafir odamızı çepeçevre saran 'sarmaşık devetabanı', boyu bir metreyi bulduğunda ev sahibi olunacağına inanılan 'paşa kılıcı', 'mum çiçeği', 'salkım begonya', 'aşkmerdiveni' gibi saksı çiçekleri; o dönemde neredeyse İstanbul'da her ailenin misafir odalarını süsleyen, üzerlerine belli aralıklarla nazar boncukları asılan süs bitkileriydi… 

Çatanalar: 

Haliç'teki yük indirme-bindirme iskelelerine ve tersanelere malzeme götüren basık ve tek katlı, arkalarına yük taşımları için ardı ardına mavnalar bağlanmış, tren katarı gibi ilerleyen ilginç bir taşıma sistemi vardı. Mavnaları çeken bu ufak gemiye 'Çatana' denirdi. 

İnce ve uzun bacaları olan bu çatanalar, Unkapanı ve Galata Köprülerinin altından geçerlerken, bacaları tam ortalarından çelik bir tel vasıtasıyla çekilir ve baca yaklaşık 75 derece kadar kırılarak arkaya yatardı. Köprünün altından geçtikten sonra makara gevşetilir ve baca yerine otururdu… 

Muşamba: 

Halıfleks, ya da yer karolarının yaygınlaşmadığı o dönemde; evlerin odalarının, mutfaklarının ve hatta tuvaletlerinin zemini muşamba ile kaplanırdı! Çoğunlukla, kahverengi, ya da gri renklerin hâkim olduğu bu yer kaplama materyallerinin üzerinde birbirini tekrarlayan grafik desenler olurdu. En çok tutulan desen ise potükare adı verilen iki rengin çaprazlamasına uygulandığı küçük kare şekillerdi. 

Muşambalar odaların zeminleri tahta olduğu için, bir süre sonra tahtaların deformasyonuna ayak uydurur ve altındaki tahtanın girintili, çıkıntılı halini almaya başlardı. Üst kısımları oldukça kaygan olan muşambalar, üzerleri silinip parlatıldığı zaman, üzerinde çorapla basılmasını asla affetmezlerdi! Yıpranan, ya da yırtılan kısımlarına, daha önceden yedeklenen muşamba parçalarıyla uygun şekilde yama yapılırdı… 

At Arabalı Zerzevatçılar (sebze, meyve ve yeşillik satıcıları): 

Benim de çocukluk anılarımın arasında önemli bir yer tutan bu satıcıların, mevsimine göre satmış oldukları çeşit, çeşit sebze; meyve ve yeşillikten ziyade ben satıcıların kullanmış oldukları arabaları çeken atları seyrederdim. Kışın soğuğunda, yazın sıcağında onca ağır yükün altına giren atlara çok üzülür; bizim mahalleye gelen arabalı satıcıların atlarına meyve, şeker parçaları vererek, sanki onların gönlünü alırdım. 

Çocukluk işte ama bunun yanı sıra arabalar dolusu meyve ve sebzelerin o taptaze görüntüsü de beni hep cezbeder; yalvarışlarımı kıramayan anneciğimin, her meyve çeşidinden alışını heyecanla ve iştahla beklerdim… 

Ay – Yıldızlı Direkler: 

Ana caddeleri aydınlatmak için kullanılan siyah metal elektrik direklerinin tepelerinde, uçları yukarı doğru dönük bir hilalin içine oturtulmuş tek bir yıldızdan oluşan âlemler vardı. Şehrin değişmez mobilyaları olan bu direkler, 1980'lerde teker, teker kaldırılarak yerlerine beton düz direkler dikildi… 

Bagajı Üzerinde Otobüsler: 

Şehirlerarası çalışan o dönemin otobüslerinde, şimdikilerde olduğu gibi karoserleri hizasında derin bagajları yoktu. Taşınacak eşya ve bavullar, otobüslerin üzerinde sabitlenmiş metal iskeletli yüklüklere konularak sıkıca bağlanırdı. Yolculuk arasında inecek olan yolcuların eşyalarının otobüsün üzerinden alınması epeyce zaman alırdı… 

Bonmarşeler: 

60'lı yıllarda İstanbul'un alışveriş merkezleri olan Sirkeci, Sultanhamam, Karaköy, Beyoğlu ve Şişlide yaygın olarak bulunan ve adına Bonmarşe denilen mağazalar çok revaçtaydı. Bu mağazalar, birkaç katlı binanın tümünü kaplar ve her katında; Giyim-kuşam, hediyelik eşya, ev eşyaları gibi farklı ürünler satılırdı. 

Mesela 1965 yılında taşındığımız Bakırköy'de ki, 'Bakırköy Bonmarşe'yi' çok iyi hatırlıyorum. Her katında farklı, farklı ürünler satılan önemli bir alışveriş merkeziydi… 

(Şimdilerde neredeyse adım başı rastladığımız 'AVM'leriyle', o dönemin 'Bonmarşelerini' mukayese ettiğimizde; yarım asır öncesinin bu alışveriş merkezlerinde satışa sunulan eşya markaları; bu gün olduğu gibi henüz yabancı markaların, eşyaların, giysilerin ve hatta yiyeceklerin istilasına uğramamıştı, genelde tamamına yakını yerli malıydı. Çünkü o yıllarda ülkemiz kendi ayakları üzerinde durabilmeyi milli sanayi üretiminde görüyordu…) 

Camilerde Karşılıklı Çifte Ezan: 

Bizim çocukluğumuzu ve gençliğimizi yaşadığımız o dönemde bilhassa Cuma, Kandil ve Arife gibi dini günlerimizde, büyük camilerimizde ezanlar iki ayrı minareden, yankılı olarak okunurdu. 

2 ayrı müezzinin bu birbirini takip eden karşılıklı ezan okumaları; uzaklardan sanki yankı hissi uyandırırdı. 4 minareli camilerde ise kimi zaman 4 ayrı minareden 4 müezzin tarafından okunan ezanlar da olurdu…(O yıllarda evimizin Sultanahmet camiine yakın oluşu, özellikle dini günlerimizde rahmetli babamla birlikte gittiğim bu muhteşem camide, yankılı ezanların sesi hala kulaklarımdadır…) 

Posta Kutuları: 

Mektupla haberleşmenin en yoğun olduğu bu yıllarda, şehrin belli noktalarında duvarlara monte edilmiş, bazen de bir demir çubuğun ortasına oturtularak yol ortasına sabitlenmiş sarı renkli posta kutuları vardı. Bunların üstlerinde mektup zarfının atılabilmesi için yatay ve uzun bir gözü vardı. Bu kutuların üzerinde hangi günler ve saatlerde açılacağını belirten uyarı yazıları vardı… 

El Arabalı Çöpçüler: 

O yıllarda çöpler şimdiki gibi her gün toplanmazdı! Sokak aralarından çöp kamyonunun geçmediği günlerde, bu hizmeti el arabalı çöp toplayıcıları verirdi. Bunlar düşük bir ücret karşılığında evlerde biriken çöpleri alırlardı. Belediyeden kadrolu olan bu çöpçüler, daha fazla çöp toplayabilmek için el arabası haznesinin yanlarına birbiri üzerine bindirilmiş teneke levhalar, kalın karton ve mukavvalar sokuşturarak, arabanın çöp toplama kapasitesini çoğaltırlardı. 

Tahtakale (kazan) Simidi: 

60'lı yılları İstanbul'da yaşarken benim de büyük bir lezzetle yediğim bu simit çeşidinin en önemli özelliği, (rahmetli babacığımın iş yeri Bahçekapı'da olduğu için çokçasına yediğim bu simidin tadı hala damağımdadır…) fırında değil kazanda pişmesiydi. Susamsız, altın sarısı renginde olan bu simide, çok az ya da hiç tuz konulmazdı. Günümüzde bu simit çeşidinden sadece Bahçekapı civarında bir-iki yerde satılmaktadır. 

Stepneli Otomobiller: 

50'li-60'lı yıllardan kalma otomobillerin araka kaputlarının üzerinde yatay olarak yedek bir lastik oturtulmasına müsait stepne yatakları bulunurdu. Herhangi bir lastik patlamasında, hızlı müdahaleye olanak veren bu yedek tekerlekli otomobillerin en bilinen modelleri, Dodge ve DeSoto'ydu. Bu araçların ve stepnelerin rengi genelde siyahtı… 

Lağımcılar: 

Sokak aralarında 'lağımcı' diye bağırarak dolaşan ustalar vardı. Bu esnaf takımının arkasında büyükçe bir heybe olur, heybenin içinde de, tıkanan lağımı açmaya yarayan kazma, kürek, pompa, çeşitli çap ve boylarda tahta, demir çubuklar ile bol miktarda paçavra ve bez bulunurdu. Bu meslek erbabı, gideri tıkanmış bir evin bu sorununu; saymış olduğumuz bu basit araçlarla kısa bir sürede giderirlerdi. Kendilerine has bağırışları olan bu ustalar, sesleri duyulunca derhal tanınırdı… 

Bileyciler: 

O yıllarda İstanbul sokaklarında, evlerde körleşmiş bıçakları keskinleştirerek kullanılabilir hale getirebilme sanatını icra eden bileyci ustaları dolaşırdı. Bu ustalar, biley makinelerini sırtlarında taşırlardı. Müşterinin evinin önünde makinesini yere koyararak, bunun üzerindeki yatay mile geçirilmiş disk şeklindeki biley taşını, ayak hizasındaki pedal yardımıyla sabit bir hızla çevirmeye başlar ve pedala bağlı kayış vasıtasıyla hızla dönen diskin üzerine, elindeki kör bıçağı değişik açılarla temas ettirip kıvılcımlar oluşturarak bileylerdiler. 

Günümüzde çok nadir olmakla birlikte, halen bileyicilere rastlanabilmektedir. 

Otobüs Biletçileri: 

İ.E.T.T (İstanbul Elektrik, Tramvay, Tünel) otobüslerine binildiğinde otobüsün arka kapısının hemen yanında, cama sırtını vererek oturan, önünde menteşeyle tutma demirine bağlanmış; gerektiğinde kapı gibi açılıp kapanan metalik bir tezgâhın üzerinde, her iki tarafında da kapağı bulunan tahta kutular içinde koçan, koçan biletler olan biletçilerden bilet almak gerekirdi. 

Biletçilerin kullandıkları kalemin arkasında silgi bulunurdu. Bu silgi yardımıyla bileti koçanından ayırırlardı. Asıl görevleri bilet kesmek olan biletçiler, biletin kullanılacak bölgesi geçtiği halde inmeyenleri uyarırlar, yolcuların sürekli ön kapıya doğru yürümelerini hatırlatırlar, şayet görev yaptığı araç troleybüs (boynuzlu otobüs!) ise, keskin virajlarda havai tellerinden ayrılan troleybüs çubuklarını (troleybüsün boynuz gibi üzerinde olan ve havai elektrik hattından güç sağlayan çubuklar.) yerlerine oturturlardı… 

Gaziler: 

90'lı yıllara dek Kurtuluş Savaşı Gazilerimiz vardı. Çok yaşlı, sakallı, bastonlu ve genellikle Gazi üniformalı bu kahramanlarımızın göğüslerinde; başta İstiklal Savaşı Madalyası olmak üzere çeşitli madalyalar bulunurdu. Son dönemde Güneydoğuda teröristlere karşı Türk Silahlı Kuvvetlerinin girişmiş olduğu mücadelede yaralanarak 'Malul Gazi' unvanı alan kahramanlar ile Türk Milletinin yüksek menfaatlerini korumak ve savunmak adına yabancı bir ülkenin silahlı kuvvetleri ile bilfiil savaşa giren ordu mensuplarına (İstiklal Savaşı, Kore ve Kıbrıs savaşlarına katılanlara) 'Gazi' unvanı verilmiştir. 

'Şehit' nurlanmış, 'Gazi' onurlanmış askerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşundan günümüze İstiklal Savaşı, Kore Savaşı ve Kıbrıs Savaşlarının Gazileri mevcut olup, günümüzde yaşayan bu Gazilerin sayısı 37.000 civarındadır. Ancak yaşayan İstiklal Savaşı Gazimiz kalmamıştır. 

Güneydoğuda P.K.K terörünün en yoğun yaşandığı yıllardan günümüze o bölgede harekâta katılan Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarından ne kadarının 'Malul Gazi' oldukları konusunda ulaşabildiğim bir bilgi kaynağı bulamadım. Ancak o uzun süreçte binlerce görev malulü Gazimizin olduğu kesindir. 

Milletimizin gurur timsali olan Gazilerimize şeref aylığı adı altında çok cüzi bir maaş ödenmekte olup, bu maaş bile son birkaç yıldan beri ne yazık ki, iki kategori halinde ödenmektedir! (SGK sisteminden emekli maaşı alanlara daha az, almayanlara ise daha fazla maaş ödenmektedir. Bu uygulama halen Gaziler arasında büyük bir üzüntü kaynağı olmaya devam etmektedir…) 

Beyazıt Hürriyet Anıtı: 

27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen ve ülke yönetimine el konulan askeri müdahaleden sonra; 'Beyazıt Meydanının' adı, 'Hürriyet Meydanı' olarak değiştirilmiştir. 60 askeri müdahalesinin ardından, meydana bakan Marmara Çarşısı'nın önündeki geniş kaldırımın ortasında geniş bir kaidenin üstüne, bir yontu taş oturtulmuştu. 27 Mayıs İhtilalinde ve ihtilalden hemen önce bu meydanda yapılan öğrenci hareketlerini, gösterilerini simgeleyen bu heykel, 12 Eylül 1980 de gerçekleşen askeri müdahale sonrasında bulunduğu yerden sökülerek, yolun karşısındaki meyilli çimenliklerin üzerine konulmuştur… 

Gezici Migros Kamyonları: 

O yıllarda İstanbul'un belli noktalarında park ederek, gün boyu satış hizmeti veren tamamıyla yeşil renkli, arka kasaları kapalı, burunlu Migros kamyonları vardı. Bu araçların kasalarının yan yüzlerindeki kapalı kanatlar yere paralel gelecek şekilde açıldığında, pratik bir şekilde ilkel görünümlü bir tezgâh haline gelir ve satış elemanları bu tezgahın arkasına geçerek istenen şeylerin satışını yaparlardı.. 

Çok iyi hatırlıyorum! İstanbul'da oturduğum Kumkapı semtinde de Migros'a ait bu kamyon bizim sokağa gelirken bir cıngıl sesi duyulur ve mahallenin ben de dâhil tüm çocukları; içinde türlü, türlü yiyecekler olan bu kamyonun etrafını sarar, yapılan alışverişi izlerdik. 

İstanbul'un pek çok semtini dolaşan bu kamyonlar, 1980'lerin ortasından sonra yerlerini, arka kapısından girilip, ön kapısından çıkılan içi iki taraflı raflarla donatılmış, camsız turuncu renkli Migros otobüslerine bıraktılar. 1990'larda ise gezici Migros uygulaması tamamen kaldırıldı. Günümüzde ise internet üzerinden verilen her türlü sipariş kişiye özel olarak araçlar ile istenen yerlere ulaştırılmaktadır…

Gece Bekçileri: 

Aslında onlar mahallerin 'Bekçi Babalarıydılar'… Bundan 60 yıl öncesinin İstanbul sokakları ve diğer büyük illerin sokakları, gün batımından sonra onlara emanetti. Ellerinde taşıdıkları düdüğü her üflediklerinde; bizler evlerimizde biraz daha rahatlar, gecenin karanlığı, ıssızlığı ve her tür tehlikesi onların varlığı ile adeta yok olurdu. 

Emniyet teşkilatına bağlı olarak çalışan bu güzel insanlar, 1980'lerden sonra sokaklarımızda görünmez oldular. Çünkü onlar sabit karakolların kadrolarına verildiler. 90'lı yıllardan itibaren de emniyet teşkilatının kadrosundan çıkarıldılar… 

Hallaçlar: 

O yıllarda sırtlarında taşıdıkları yay şeklindeki kalın bir dal parçasının iki ucuna gerilmiş teli olan, ellerinde taşıdıkları labut gibi bir tahta parçası ile İstanbul'da mahalleler aralarında dolaşan, çoğu Karadeniz yöresinden gelen 'Hallaç' ustaları vardı. 

Bu ustalar çağrıldıkları evin holünde, ya da uygun bir bölümünde, o yay şeklindeki dal parçasını özellikle yaz aylarında evlerdeki yatak ve yorganların içerisinden çıkarılan pamuk ve yün yığınlarına sokarak, labut şeklindeki tahta parçası ile tele devamlı vururlar; pamuk ve yün yığınlarını ayrıştırarak havalandırırlardı. 

Daha sonra evin hanımı havalandırılan yün, ya da pamuk yığınlarını, tekrardan yatak ve yorganlara doldurur; bunlar yeni alınmış gibi kabarık, havaleli yeni bir görünüm kazanırdı… 

Gazoz Kapakları: 

60'lı yıllarda çocukların en sevdiği oyuncaklardan birisi de yuvarlak metal kenarları tırtıllı gazoz kapaklarıydı. O yıllarda özellikle bakkallar ve çay bahçelerinin önü, yazlık sinema bahçeleri, çocuklar için ganimet denecek ölçüde çok atık gazoz kapağının olduğu noktalardı. Bu kapaklar, çocuklar arasında oynanan yutma-yutulma olarak adlandırılan değiş-tokuş oyunlarında kullanılırdı. O dönemde en az bulunan kapak, değeri en yüksek olandı. Ankara, Olimpos, Yedigün, Çırçır, Çamlıca gazozları o dönemin efsanevi tatlarıydı…

Ağlayan Çocuk: 

O dönemde pek çok mekânda, evlerimizin misafir odalarında, Otobüslerin, kamyonların arka, ya da varsa yan arka camlarında; ressamı belli olmayan 4-5 yaşlarında, mavi gözlü, gözlerinden yaşlar süzülen, kumral, kocakafalı, toramanca, boynuna kırmızı bir kaşkol bağlamış ve palto giymiş bir erkek çocuğu resmi vardı! 

Görenlerde bir acıma duygusu uyandıran bu portreyi; uzun yol şoförleri, evlatlarına olan özlemi biraz olsun dindirmek için astıkları düşünülmekle birlikte; pek çok yaşam mekânına böylesi bir fotoğrafın neden asıldığı konusu, hala bir muamma olarak ortada kalmıştır! 

Teneke Çöp Kutuları: 

60'lı yıllarda, evlerdeki çöpler, atıklar günümüzde olduğu gibi siyah çöp poşetlerine konularak, çöp konteynerlerine atılmazdı. 

Çünkü ne böyle bir uygulama, ne de bu tür malzemeler vardı. Bunun yerine mutfaklarda lavabo altlarında duran, bakkallardan temin edilen dikdörtgen peynir, ya da zeytin tenekeleri kullanılırdı. 

Bu çöp kutularının iki yanında açılmış deliklere geçirilmiş kalınca bir tel bulunur, çöp kamyonunun geçeceği saat yaklaşınca, bu kovalar; evin önüne indirilerek, kapıların önüne dizilen diğer çöp kutularının yanına konurdu. 

Çok iyi hatırlıyorum, özellikle yaz aylarında karpuz, kavun kabuklarının atılması nedeniyle dipleri pas tutan bu tenekeler; tam çöp atılırken lehim yerlerinden açılarak bütün çöpler yere saçılırdı. Hem gayrı sıhhi ve hem de hiç hoş olmayan iğrenç manzaralar oluşurdu!

Kurnalar: 

Eskiden evlerin banyolarında bugünkü gibi duşa kabin ya da jakuziler yoktu! Onların yerine banyolarda genellikle yekpare mermerden oyulmuş orta boyda kurnalar bulunurdu. Bu kurnaların oyuk olan hazne kısımları, yaklaşık 10-12 litre su alırdı. Yıkanacak şahıs, kurnanın yanına küçük bir tabureye oturur, musluktan hazneyi sıcak su ile doldurur ve hamam tası (çoğu kalaylı) adı verilen bakır, ya da plastik kaplar yardımıyla, kurnadan aldığı suyu üzerine boca ederek, yıkanma işlemini gerçekleştirirdi. O dönemin hamamları da çok ünlüydü. Bunlar arasında Kadırga Hamamı, Çemberlitaş Hamamı, Beyoğlu Ağa Hamamı ismen öne çıkanlarıydı…   

Yelekli Takım Elbiseler: 

60'lardan, 80'li yıllara kadar erkek takım elbiselerinin değişmeyen ayrıntılarından biri de, ceketlerin içine giyilen ve takım elbiselerinin aynı cins kumaşlarından dikilen yeleklerdi. Ben de 1968 yılında Samsun'da görev yaparken, böylesi bir takım elbise yaptırmış ve o dönemin modasına uymuştum. Bu yeleklerin sırtları ceket astarından yapılır ve iki yanında da cepleri olurdu. Bu ceplere sigara, çakmak ve köstekli saat konulurdu. 80'li yılların modasıyla birlikte bu yelekler de modanın dışında kaldı. Tek, tük bu tip yelekleri giyenlere de; 'hacıağa' denilirdi… 

Takma Kirpikler: 

Kadınlar; 60'lı yıllardan, 70'li yılların ortalarına kadar gözlerinin üzerinde takma kirpikler taşıdılar. Çoğunlukla gece davetlerinde kadınların peruk ve kirpik takma merakları 80'li yıllara kadar devam etmiştir. Kirpikler siyah renkli, upuzun ve uçları kıvrık olurdu. Takma oldukları uzaktan dahi anlaşılırdı Çok da itici olan bu kirpikler, küçücük suratlı kadınlarda fevkalade orantısız dururdu. Bu tür kirpikleri takan kadınlar, çevreden fark edilsinler diye sık aralıklarla gözlerini açıp kapatır, bu esnada takma kirpiklerinden birisi yere düşer ve çevresindeki insanlar bu takma kirpiği bulmak için o kadının etrafında pervane olurlardı. Bu durum aslında o kirpikleri takarak, şuh bir görüntüye kavuştuğunu sanan kadınların, karizmasının da yere düşmesiydi! 

Station (Steyşın) Ambulanslar: 

1960 ve 1970'lerdeki, ambulanslar çoğunlukla Station vagon otomobillerden oluşurdu. Hepsi beyaz renkli olan bu araçların kapılarının üzerinde ve dış tavanlarında kırmızı renkli büyükçe bir ay resmi bulunurdu. (Günümüzün tam donanımlı tıbbi ekipmanları olan, içinde doktorları bulunan ambulansları düşündükçe o dönemin ambulanslarının, hasta naklinden başka ne işe yaradığını sorgulamak gerekir diye düşünüyorum…) 

Aracın tepesinde yanardöner uyarı lambaları ve canhıraş sirenleri bulunurdu. Ambulansın arka kapısı yukarıya doğru açılarak, sedye tavanı çok alçak olan arka bölümdeki raylar üzerinden sedye sökülüp çıkarılır ve hasta buraya yüklenirdi. Ambulansta bulunan hemşireler, bu bölümde hastanın yanında oturarak giderlerdi. Bu arada sedye, şoför mahalline kadar dayanırdı… 

Halkalar: 

O dönemde İstanbul halkı tarafından çok sevilen ve benim de ilkokul dönemimde koluma dizdiğim, hazır yiyeceklerden olan 'halkalar'; orta boy bir bilezik çapında ve parmak kalınlığında olurdu. 

Benim de oturduğum Kumkapı semtinde üretilen meşhur 'Kumkapı Simidinin' yapıldığı fırınlarda özellikle Kadırga İlkokulu'nda geçen ilköğretim yıllarımda, okul çıkışında tanesi 1 kuruştan aldığım o halkaların lezzeti hala damağımdadır. Fırınlarda adet olarak satılan halkalar, kesekâğıdına doldurulur ve özellikle çayla birlikte çok iyi giderdi. 

Yolculukların da vazgeçilmez ve doyurucu pratik gıdalarından olan halkalar daha çok; "Atikali, Aksaray, Malta, Eyüp, Beşiktaş Çarşı, 7-8 Hasan Paşa gibi Osmanlı tandanslı klasik fırınlarda üretilirdi…

Eski Plakalar: 

1963 yılına kadar İstanbul'daki araçların plakaları, şimdikilerden çok farklıydı. Plakanın üzerinde şehir kodu olmaz, bunun yerine aracın ne tür olduğunu belli eden bir harf ile yanında 5 haneli sayı grubu bulunurdu. Bunun üzerinde de büyük harflerle 'İSTANBUL' yazılıydı. Araç özel ise; 'H' (Hususi) harfi, kamyon/kamyonet ise; 'K' (Kamyon), otobüs ise; 'O' 8 Otobüs), taksi/dolmuş ise 'T' (Taksi), polis ise; 'A' (Asayiş) ibaresi eklenirdi. Bu sistem her şehirde aynı olup, sadece en üstündeki bağlı olduğu ilin ismi değişirdi. 1963'den sonra ise her ile bir plaka numarası verilerek, günümüzdeki plaka sistemine geçildi… 

Ama 60'lı yılların bana göre unutulmaz o güzelliklerine, insanlarımızın yaşam biçimine anlam katan en önemli gerçeği; toplumumuzda her dönem var olan insan ilişkilerindeki o doyumsuz sıcaklık, yardımlaşma, komşuluk, kardeşlik duygularının öne çıkışıydı… (Günümüzün Türkiye'sinde neredeyse yok olup gitmiş olan böylesi insan ilişkilerini hatırladığımda; içim ezilir, büyük bir üzüntü duyarım. Değil aynı mahallede oturup da, aynı apartmanda oturduğu halde birbirini tanımayan, selam dahi vermeyen günümüzün insanları, 50 yıl öncesinde böylesine mükemmel ilişkileri, duygu beraberliklerini yaşamış olsalardı; eminim ki, o güzel günlerin tadını asla unutamazlardı…) 

Tabiidir ki, 60-70 yıl öncesinin gençliği sadece ülkenin siyasal çalkantıları içerisinde kalmadı, yaşamadı! O dönemin gençliği gibi benim de hissettiğim, yaşadığım, paylaştığım ama bir daha asla geri dönmeyecek 'duygusallığa ve romantizme odaklı' bir yaşam biçimimiz de vardı… 

Özellikle buluğ dönemini İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerimizde yaşayan gençlerimiz bu noktada biraz daha şanslı gibi görünse de; aslında Anadolu'nun diğer şehirlerinde, kırsalında yaşayan gençlerimiz, şehirlerde yaşayanlardan daha şanslıydılar. Çünkü onlar her şeyin doğallığını, insan ilişkilerinin mükemmelliğini, doğal güzellikleri gerçek tadında yaşarken, şehir hayatını paylaşanlar, aynı şeyleri büyük şehirlerin büyüyen sorunları arasında yaşıyorlardı… 

İşte o duygu yoğunlukları, insan ilişkilerimizin mükemmelliği ve romantizmin ön plana çıktığı yaşam biçimimizden bazı örnekler: 

Örneğin o yıllarda kız, erkek ilişkileri günümüzde ki gibi değildi! Olması da düşünülemezdi zaten. Zira dönemin toplumsal adabımuaşeret kuralları, günümüzdeki gibi değildi! Genç bir erkek ile genç bir kızı değil sarmaş dolaş; el, ele bile göremezdiniz. 

Her şey öyle ulu orta yapılmazdı. Her şeyin bir adabı, her güzel duygunun, o duygudan taşan hareketlerin estetiği, yeri ve yordamı vardı…

 Öyle yolun orta yerinde genç bir kızı, bir hanımefendiyi öpmek; ulu orta ondan hoşlandığını belirtmek, toplumun ayıp olarak vasıflandırdığı, hiç de hoşlanmadığı hareketlerin başında gelirdi. Zaten böylesi davranışları ulu orta sergilemek, dönemin romantizmine de uymazdı… 

Bir de bu ilişkilerin mahalle ve aile tarafı vardı ki, hiç unutamam! Bir mahallenin genç kızına yan gözle bakmak, laf atmak; o mahallenin namus bekçiliğini yapan mahalle ağabeyleri tarafından asla affedilecek bir hareket değildi! Bu yüzden büyük şehirlerin pek çok mahallesinde kavgalar çıkardı… 

Ayrıca bu mahalle ağabeylerinin; düşkünün, yardıma ihtiyacı olanların yanında olması, mahalleliden bu amaçla yardımlar toplaması da o dönemin unutulmaz insan manzaraları arasındaydı… 

Pekiyi 60'li yılların gençleri nasıl eğlenir? İçlerindeki gençlik ateşini nasıl söndürürlerdi? 

O yıllarda; lise ve üniversite gençliğinin etkilendiği ve ilişkilerini odakladığı daha ziyade müzik, dans, folklor ve futbol gibi etkinlikler öne çıkardı. 

Tabii ki, çocukluğun ilk aşkları, gerçek anlamda yaşanan ve dillere destan olan nice aşklar da duyulur, kulaktan kulağa yayılırdı… Ama her şey dozunda ve toplumsal kurallara göreydi. Asla ve asla ne müptezel bir görüntü, ne de yadırganacak bir davranış biçimi güncel yaşamın içine yansımazdı. Çünkü böylesi duygular, gözlerden uzakta; öyle ulu orta kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde yaşanırdı... 

İstanbul'da âşıkların en çok tercih ettikleri yerlerin başında; Kalamış, Çamlıca tepesi, Boğaz'da Aşiyan sırtları, Kanlıca, Rumeli Hisarı, Küçüksu'ya yakın Sevda Tepesi ve tabii ki, adalar öne çıkardı… 

Kalamış'ta yaşanan gün batımının, şarkılara söz olan o eşsiz görüntüsü, gerçekten de seyrine doyum olmaz bu manzara, sevgilileri romantik duygulara sürüklerdi… 

( Günümüzün Kalamış'ında ise o muhteşem koy görüntüsünün yerini, taş yığınlarının oluşturduğu bir marina; yüzlerce tekne ve atık sularıyla kirlenmiş bir deniz, sahilin hemen dibinden geçen iki şeritli asfalt yol almıştır. Hoyratça yok edilen doğanın tüm güzelliklerinin üzerinden adeta bir buldozer geçmiş; 60'lı yıllarda ve öncesinde burada yaşanan tüm aşkların, sevgilerin izleri yok edilmiştir! O güzel koydan, o muhteşem doğa görüntüsünden geriye; insanoğlunun erişemeyeceği, yok edemeyeceği, sadece güneşin batışında oluşan o harika görüntü kaldı. Umarım bir gün, güneşin batışıyla oluşan o muhteşem görüntüyü de yok edip, tarihin derinliklerine gömmeyiz..! ) 

O yıllarda İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerimizin akşam saatlerinde, bazı semtlerin düğün salonlarında, kardeş okulların düzenlediği 'çay toplantıları da' çok popülerdi. Bu toplantılara, katılan genç erkekler; kız arkadaşlarıyla birlikte katılırlar bol, bol dönemin moda danslarını yaparlardı. 

Buralarda genelde içki olarak 'Bol' adı verilen geniş kâse, ya da kadehlerle, çok hafif bir içki servisi yapılırdı. Bu içkiyi hazırlarken, genel olarak bir tek ana içki tercihen beyaz şarap, ilave olarak da limon, portakal, vişne veya ananas suyu konur; bazen de mevsimsel meyve parçalarıyla lezzeti arttırılırdı. 

60'lı yılların gençliği genelde rock and roll – twist – vals-tango - cha, cha ve samba gibi dansları yapmayı tercih ederlerdi. 

(O yıllarda yaz tatillerimin geçtiği Heybeliada'da ünlü yorumcu rahmetli Erol Büyükburç'un verdiği konserlerde: Elvis vari söylediği rock'n roll parçalarını yorumlarken, ortaya çıkan müzik ziyafetini dinleyen genç kızların, neredeyse Erol Büyükbuç'un üstünü başını paralamak istediklerini daha dün gibi hatırlıyorum.  Heybeli'de Ayyıldız sinemasında verdiği konserlerde, Erol Büyükburç'un yorumladığı,'Little Lucy' isimli o ünlü parçasını her gece defalarca söylediğinin en yakın tanığı olduğumu söylemeliyim…) 

Tüm bu dansların yanı sıra okullarımızın pek çoğunda, Anadolu'muzun tüm ezgilerini içeren yöresel folklor grupları da çok revaçtaydı. Bu folklor grupları, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında katıldıkları yarışmalarda, dünya çapında mükemmel başarılara imza atmışlardır. Yine o dönemin sonunda 68-69 yıllarında Kumkapı - Yenikapı sahilleri boyunca uzanan salaş balıkçı meyhanelerinde kömür ateşinde ızgara yapılan o taptaze uskumruların, palamutların, lüferlerin mis kokularını, doyumsuz lezzetini unutmak mümkün müdür? 

Genellikle üniversite gençliğinin bu sahil şeridinde akşam saatlerinden itibaren kızlı, erkekli arkadaş grupları ile dolan bu salaş balıkçı meyhanelerinde; gecenin ilerleyen saatlerine, kimi gruplarda gitar sesleri, kimilerinde yabancı şarkı güfteleri, kimilerinde ise Türk sanat musikisinin eşsiz besteleri eşlik ederdi… 

(50'li yıllarda bu sahil şeridinin doldurulmasıyla oluşan sahil yolu; günümüzde balık hali ve Deniz Otobüsleri iskelesi v.d uygulamalı sahil işgalleri; o güzelim sahil sohbetlerini, dönemin unutulmaz lezzetlerini de beraberinde bitirmiştir.) 

Yukarıda anlatmaya çalıştıklarım, ‘’Mazide Kalan Türkiye’’ manzarasında kalan gerçeklerin öne çıkanlarıdır. Günümüz Türkiye’sinde yaşadığımız sosyal hayatımızla, bu hayata anlam veren, renk katan bugünün gerçekleriyle hiçbir şekilde örtüşmemektedir. 

Bugüne baktığımızda; giderek büyüyen, gelişen ülke görüntüsüyle günümüz dünyasında hak ettiği yeri alan, genç aktif nüfusu ile geleceğe damgasını vurmaya hazırlanan devletimiz; bir yarım asır sonra bugünleri de geride bırakmış, çok daha modern, çok daha aydınlık, refah seviyesi yüksek bir döneme adım atmış olacaktır.

Tabii ki geçmişe damgasını vuran ekonomik gelişmeleri, siyasi yaşanmışlıkları da unutmamak; günümüz Türkiye’sinde geldiğimiz ekonomik seviyeyi, yaşadığımız siyasi olayları da o dönemin gerçekleriyle mukayese etmek gerekir. Bu hususu bir başka yazı konusu yaparak, bu uzun anlatımı şu cümleyle noktalayalım. 

"Ömrümüzün suretidir hatıralar! Onlar zamanı taşırlar. Ama ne hatıralar döner geri, ne de giden gemiler bir daha…" 

Atilla Çilingir

www.atillacilingir.com

07 Aralık 2018