TARİHİ SEMTİN UĞRADIĞI İLK FELÂKET (1782)
(1782) yılında zuhur eden “Büyük İstanbul Yangını”, henüz körpecik bir sahil semti konumundaki Yeni-Kapu’yu da dehşetengiz alevleriyle tamamen yutup yok etmiş ve fakat, devletinden ve diğer semtlerdeki yardımsever sakinlerden de yardım gören talihsiz Yeni-Kapulular, büyük bir şevkle harekete geçerek, mezkûr sahil semtini yeniden mamur hâle getirebilmişler ve bu tarihi semt tekrardan hayat bulabilmişti.

LÂLELİ CAMİİ ve YENİKAPU SEMTİ BAĞLANTISI
III. Mustafa Hân’ın irade buyurdukları “8 Eylül 1760” tarihinde inşasına başlanan ve “Hicrî 1177” senesinin mübarek Ramazan ayı’nın ikinci gününde inşası (5 Mart 1764) tamamlanan meşhur Lâleli Camii, bilindiği gibi ilk bir minareli, yedi sene sonra ikinci bir minare daha ilâve edilerek, aynen selâtin camileri misâli, gayet zarif bir ibadethane olarak İslâm tebaanın ibadetine sunulmuştur.
Yeni-Kapu semtinin meydana getirilmesinde ise, ilk Lâleli Camii temelinin kazılması esnasında çıkarılan molozlar, mezkûr semtin meydana getirilişinde ilk kullanılan dolgu toprağı olmuştur ki, Yeni-Kapu semtinin meydana gelişinde temel teşkil etmiş ve böylece “Kara-Gümrük ve Edirne-Kapu”daki, kendilerini İslâm sanan ve fakat İslâm’dan bir nebze olsun nasiplenmemiş bulunan bazı gerici tarikatların yanlışı da böylece olumlu şekilde sonuçlanmış; daha doğrusu, hak yerini bulmuştu.

YENİ BİR SAHİL SEMTİ DOĞUYOR
III. Mustafa Hân’ın iradesiyle harekete geçen yetkililer; Lâleli-Camii inşaatından çıkan toprak, moloz ve diğer kazı artıklarını Büyük-Vlânga Limanı Sahilini doldurmaya başlamış ve ayrıca Adalar’dan getirilen; taş, mermer ve kayaları da aynı maksatla kullanırken diğer bölgelerden de moloz ve toprak artıkları getirilerek böylece Büyük-Vlânga Limânı sahili kesimi doldurularak yepyeni bir semtin doğuşuna mezkûr limân sakinlerine adeta müjdelemişlerdi.
Doldurulan sahil; Beldenin cenup yönünde, Kum-Kapu ile Samatya-Kapu semtleri arasında bulunan surun hemen dibinde kurulmuş ve böylece; Marmara-Denizi sahil semtlerine bir yenisi daha katılmış oluyordu, hem de yoktan var edilerek!... Son derece asil bir düşüncenin ürünü olan bu sahil semtinin meydana getirilebilmesi için elinden geleni esirgemeyen Padişah, hayli cömert davranıp, büyük meblâğlar sarf ederek; adalet ve mutluluk kokan bir iradeyi, yerine getirebilmenin huzuru içinde secdeye kapanarak, Cenab-ı Hakka sonsuz şükranlarını sunmuştu.
Yeni semtin bilhassa “Marmara”nın kahredici lodoslarından koruyabilmek maksadıyla muazzam bir Dalgakıran inşa edilmesinden sonra, yeni bir fermanla; “mezkûr semtin sadece Ermeni kullarına satılmasını” irade buyuran III. Mustafa Hân, özellikle: “Kara-Gümrük ve Edirne-Kapu” Ermenilerine öncelik tanınmasını şart koşmuştu. Böylece mezkûr semtin ilk sakinleri Ermeniler olmuş, mezkûr semtten arsalar satın alan Ermeniler; muhtelif evler, sahil yalıları ve küçük dükkânlar inşa ederek, bu mucizevi semte, layık olduğu canlılığı içtenlikle kazandırmışlar, aziz Padişahlarına da sonsuz şükranlarını sunmaktan asla geri kalmamışlardı.

YENİ-KAPU ERMENİ KİLİSESİ’NİN İNŞASI VE TAHİR AĞA’NIN MARİFETİ
Kayıtlara göre: ağzı hayli laf yapabilen Tahir Ağa isminde bir şahıs, bir fırsatını bularak III. Mustafa Hân’ın huzuruna çıkabilmiş ve kısa zamanda Padişah’ın sonsuz güvenine nail olunca, şehrin bütün gelirini kendi ellerinde toplayabilme imkânı elde etmiş ve bu meyanda; Büyük Vlânga sahilini doldurma görevini de üstlenerek, hayli meblâğlar elde etmiş ve fakat, doymak bilmez derecede aç gözlü oluşuyla Padişah’ın itimadını istismar ederek, hemen her şeyi hayli pahalıya mal etmiş ve dünyalığına, dünyalık katmıştı..
Yeni-Kapu Ermenileri her hallerinden memnundular. Ancak bir eksiklikleri vardı ki, gerçekten zaruri idi ve şuydu: Yeni-Kapu semti sur dışında kalmaktaydı ve bu sebeple şehre açılan iki kapısı geceleri kapatılmakta ve böylece şehirle irtibatı tamamen kesilmekteydi ki, geceleri Kilise ihtiyacı zuhur ederse, sabahı beklemek icap etmekteydi. Hâlbuki, ani ölüm vs. için Kilise’ye ihtiyaç vardı. Bu durumu dikkate alan Yeni-Kapılılar, Tahir Ağa’ya müracaat ederek, kendilerine yardımcı olmasını rica etmişler, Tahir Ağa’da, hiç merak etmeyin Kilise inşa etmeniz için sizlere müsaade alacağım, diyerek onları yıllarca oyalamış ve nihayet durum Saray tarafından öğrenilince, Yeni-Kapulu’ların Kilise inşasına müsaade edilmiş ve böylece: “SURP-TATİYOS VE SURP PARTOĞOMİEOS” adlarına tesmiye edilmiş bulunan Kilise, 1846 senesinde inşa edilmiş ve çok şükür günümüzde de mevcuttur: “1 Şubat 2014 Cumartesi”.
Diğeri ile karıştırmamak için “DIŞARI YENİ-KAPU” adıyla tesmiye edilmiş bulunan bu şirin ve yoktan var olan sahil semtinin başlıca özelliği, nefis Marmara-Denizi’nin ufku geniş panoramasına sahip bulunmasıydı ve bu sebeple her geçen gün biraz daha dikkatleri çekmiş ve bilhassa, büyük Amira, Harutyun-Amira Bezciyan’ın semtin Sandık-Burnu adıyla bilinen mahalde bulunan Yalı’da doğması ve yıllarca mezkûr semtte yaşamasıyla, diğer Amiralar’ın da Yeni-Kapu’ya rağbet etmelerini sağlamıştı ki, “AMİRALAR SEMTİ” olarak bilinmiştir. Mezkûr semte yerleşen Amiralar’dan “Kevork Amira Papazyan” (1807-1883) bir Bostan satın almış ve sahibi olduğu mezkûr Bostan’a, daha kolay erişebilmek ve Deniz’e rahat ulaşmak düşüncesiyle “Kumsal-Sokak”tan İç-Surlara bir kapu açabilmek maksadıyla, Devlet’e müracaat etmiş ve gerekli müsaadeyi elde ettikten sonra “İç-Surlar”da yeni bir kapu açtırmış ki, mezkûr Kapu’nun bilhassa yangın felâketlerinde hayli işe yaradığı görülünce, mezkûr Kapı daha da değer kazanmış ve böylece semtin sakinleri de Kapu’yu benimseyince, “YENİ-KAPU” adına tesmiye edilmiş. Günümüzde dahi varlığını sürdüren bu uğurlu Kapu’nun zarif semti, ne yazık ki, kör kazmanın kurbanı olduğundan sadece adı kalmıştır!...
Yeni-Kapu adıyla alâkalı bir de gayet enteresan bir yakıştırma var ki, bahse değer bulduğumuz için aynen geçeceğim. Yakıştırma diyorum, zira mezkûr hikâyenin kahramanı olarak bir Padişah’ın seçilmesi uygun görülmüş ve fakat, mezkûr hikâyeye uygun bir Padişah seçilememiştir. Zira, seçilen “Sultan IV. Murad Hân”, (1611-1640) olmuştur ki, bu değerli Padişah’ın yaşadığı devirde, ne deniz sahili doldurulmuş ve ne de mezkûr semt hayata geçirilmişti. O dönemde mevcut bulunan sadece “Büyük Vlânga Limânı” idi.
Bu nasıl ve kimler tarafından düşünülmüş ve yazılmıştır?... Bu hususta cüz’i de olsa herhangi bir bilgimiz yoktur? Ancak her şeye rağmen pek nezih bir yakıştırma olduğundan da kimse şüphe edemez. Buyurun hep birlikte okuyalım:

IV. MURAD HÂN VE YENİ-KAPU’NUN HİKÂYESİ
Sultan IV. Murad Han, yaz mevsiminin nefis bir sabahına uyandığında, Marmara Denizi’nin nefis iyotlu sularının havasını teneffüs edebilmek ister ve böylece Veziri ile birlikte, tebdil-i kıyafet, denize açılmak ister ve böylece çift kürekli lüks bir tüccar sandalı ile kıyıdan uzaklaşarak, İstanbul’un doyulmaz manzarasını temaşa etmeye koyulur ki, böylece hiç mi hiç farkına varmadan, Kadı-Köy sahiline ulaştığında, kıyıya çıkmayı arzu eder. Kıyıya çıkıldığında bir de bakar ki, ak sakallı hayli yaşlı sevimli bir ihtiyar, yere büyükçe bir mendil sermiş, durmadan aşık atmakta... Padişah merakla Vezirine sorar:
(-: Bu ihtiyarcık ne ider?...)
Vezir cevaben: (-: Aşık atım, istikbal okur. O’na Aşık Dede derler Sultanım!) deyince. Sultan biraz da merakla bu sevimli ihtiyara yanaşır ve selâm verdikten sonra: (-:Ne idersin Baba?) deyince. Sevimli ihtiyar cevaben: (-: Aşık atar, istikbal okurum Beğim”) cevabını verir. Bunun üzerine Padişah: (-: Bil bakalım ben kimim?) deyince. İhtiyar aşık attıktan sonra: (-: Biz aciz kullarınıza şerefler bahşettiniz Sultanım!) cevabını verince, Sultan, cevabı gayet zor olan bir sual sordu: (:-Bil bakalım, ben Sarayıma hangi kapu’dan döneceğim?..)
İstikbal okuyan Aşık Dede, tekrar aşık attıktan sonra; küçük bir kâğıt üzerine bir şeyler karaladıktan sonra, katlayıp Sultan’a takdim ederek: (-: Lütfen kapu’dan girdikten sonra açınız Sultanım!) der.
Mezkûr kağıdı katlanmış şekilde göğsüne sokarak, Aşık Dede ile vedalaştıktan sonra, tekrar tüccar teknesine binerek, Kadı-Köy sahilinden yavaş, yavaş uzaklaşıp, Çatladı-Kapu istikametinde adeta süzülen tekneden, Marmara-Denizi’nin emsalsiz sahil şeridinin güzelliğini Hz.Allah’ın bahşettiği tarifi imkânsız bir zevkle temaşa etmeye koyulmuştu ki, hiç farkına varılamadan Kum-Kapu Sahili geçilmiş, Yeni-Kapu açıklarına gelinmişti ve bu pek zarif kara parçasını gördüğünde adeta hayran kalan IV. Murad Hân, kıyıya yanaşılmasını irade buyurunca. Derhal kıyıya yanaştırılan tekneden sur nöbetçilerine seslenen Vezir: (-: Bre yoldaşlar! Padişahımız Sultan IV. Murad Hân, irade buyurmuşlardır: “Sur dibinde derhal bir gedik açıla!”)
Derhal harekete geçen lağımcılar, bir insanın geçebileceği genişlikte bir gedik açınca; Sultan ve Vezir açılan gedikten içeri girdiklerinde, gayet tertipli bir sahil semti görmüş ve son derece memnun kalmıştı ki; (-: Burası ne kadar güzelmiş!?) diyerek hayretlerini gizlememiş. Vezir ise: (-: Sultanım! Aşıkçı Dede’nin verdiği kâğıdı göğsünüzden çıkarın da ne yazmış görelim!) deyince. Kağıdı adeta unutmuş olan Sultan IV. Murad Hân, derhal göğsünden kâğıdı çıkarıp açmış ve okuyunca, hayretler içinde Vezir’ine bakmış!?.. Kâğıtta şu kayıt mevcutmuş:
(-: YENİ KAPUNUZ MÜBAREK OLSUN PADİŞAHIM!)
İki bölümden müteşekkil bu makalemde gözlerden tamamen uzak tutulan bir tarihi gerçeği özetle de olsa, yeni nesillerimize naçiz bir armağan olması dileğiyle kaleme almıştım. Çok şükür, dileğimde muvaffak olabildim!
Çok şükür diyorum zira, yeni nesillere bir nebze olsun “tarihi gerçekler” hakkında bilgi aktarabilmek; gençlerimizin, istikbale sağlam adımlar atabilmelerinin yegâne yoludur!..
Düşünün! Adalet ve hak, hukuk aşığı bir Padişah olan Sultan III.Mustafa Hân, 1760’larda, mağdur duruma düşmüş “Kara-Gümrük ve Edirne-Kapu” Ermeni kulları için, “Büyük-Vlânga Limânı” sahil şeridini doldurtarak, yeni bir sahil semti meydana getirtmiş ve Ermeni kullarının bu mahalle yerleşmelerini sağlamış olmakla, tebaası arasında tefrik yapmadan adalet dağıtan bir Hükümdar’ın nasıl olabileceğinin en açık misalini sunarak, Cihanın dikkatlerini Osmanlı adaletine çevirten böylesi bir büyük Padişah’ın ne tarihi icraatını ve ne de şahsını hiç mi hiç kale almadan, doğrudan mezkûr Limânın kazılarına geçen ve de, yeni yeni medeniyetler hakkında bilgi edinildiğini çarşaf, çarşaf yazılarla kamuya duyurmaya çalışanların, niçin böyle davrandıklarını uzunca düşünmeye hiç gerek yoktur. Çünkü, şapka düşmüş ve kel görünmüştür... Mezkûr sahil semti Ermenilere tahsis edilmiş ve böylece Osmanlı’nın Ermeni tebaasına ne derece değer verdiği açıklıkla görülmüştür!...
Halbuki, Ermeni her daim Türk düşmanı, Türk’ü sırtından hançerleyen ezeli ve ebedi bir düşman olarak bellenmesi lâzımdır. Dolayısıyla, “Türk-Ermeni münasebetleri” kayıtlarında hiçbir olumlu taraf olmamalıdır ve bunun böyle kalabilmesi için elden gelen yapılmalıdır...
Günümüzde bir iğrenç fikir yapısını kendilerine adeta destur edinmiş olan bazı yazarlar, hemen her fırsatta, Ermenileri kötülemekten geri kalmamakta, üstelik, bazı şahsi ilavelerle en vicdansız şekilde hakaret etmekten geri kalmamaktadırlar...
Osmanlı-İmparatorluğu muhtelif halklarıyla bir bütün teşkil etmiştir. Sadece Türk Kavmini ele almak ve İmparatorluğun hemen her hakkını sadece mezkûr kavime yakıştırmak, yanlışların en büyüğü olur ki, zaten günümüzde bunun pek acı sancısını çekmekteyiz.
Demem odur ki, “Türk adı” hiçbir zaman tekelleştirilemez ve zaten buna imkân yoktur. Çünkü, Türkiye’de yaşayan her vatandaş, hilafsız Türk sayılmalıdır. Zira Türkiyeli olduğuna göre Türk’tür!
Ve unutulmasın, “Yeni-Kapu” adı bir bölgenin değil, bir semtin adıdır. Meselâ, Deniz doldurularak, büyükçe bir sahil meydanının sağlanmış olması tabii ki, sevindirici bir vak’adır. Ancak, Yeni-Kapu ile Samatya-Kapu arasında talan bu dolma meydanın bulunduğu mahal, Yeni-Kapu adını taşımaz o mıntıkanın adı “Deavut-Paşa Sahili” olmalıdır. Bizden hatırlatması!...
Saygıdeğer okuycularım, yeni bir makalemde buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim, saygılarımla.