Halifeler döneminde, dünyanın büyük bir bölümünü hâkimiyeti altında bulunduran Roma imparatorluğundan Medine şehrine bir elçi gönderilir.

Günler süren yolculuktan sonra elçi, Medine’ye yorgun bir şekilde ulaşır. Zafer üstüne zaferler kazanan, adaleti ile dillere destan olan bu büyük yöneticinin, görkemli bir sarayı olması gerektiğini düşünen elçi halka sarayın yerini sorar. 

Halk elçiye, ”Halifenin dünyalık sarayı yoktur ama çok aydınlık bir gönül sarayı vardır. Her ne kadar adı halife ve emîr olarak dünyaya yayılmışsa da o garip bir derviş gibi küçük bir evde oturur” derler.

Daha önce hiç işitmediği sözleri duyan Romalı elçinin, Hz. Ömer’i görme merakı iyice artar. Atını ve eşyasını bir kenara bırakıp, büyük insanı bir an önce görme sevdasına kapılır. Onun yabancı olduğunu ve Hz. Ömer’i aradığını anlayan bir bedevî kadın; eliyle bir hurma ağacını gösterir, “İşte şu hurma ağacının altında yatan Hz. Ömer’dir” der.

Elçi, gösterilen ağaca yaklaştığında şaşkın bir durumdadır. Kendi kendine, ”Ben şimdiye kadar nice padişahlar gördüm, sultanların huzuruna çıktım, ama hiçbiri beni, bu ağacın altında yatan sıradan görünümlü adam kadar heyecanlandırmadı” der. Saygıyla yanına yaklaşarak elini bağlayıp beklemeye başlar.

Bir müddet sonra Hz. Ömer uykudan uyanıp ayağa kalkar. Elçi Hz. Ömer’e saygı gösterip, selâm verir. Sohbet sırasında elçi: 

“Duru ve berrak bir su gibi olan ruhun, bulanık bir yer gibi olan cesette hapsedilmesinin hikmeti nedir?” diye sorar. Hz. Ömer: 

“Ses ve sözle ilgisi olmayan manayı neden kelimelerle ifade ediyorsak, neden yazıya döküyorsak, ruh da bu yüzden beden denilen kalıba sokulmuştur.”

Sorduğu sorulara aldığı cevaplar karşısında elçi getirdiği haberi de ne için geldiğini de unutur ve elçiği bırakır.