MAHBÛBU’L-KULÛB / GÖNÜLLER SEVGİLİSİ

Abone Ol


Eser; ‘Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla. Hamd O’nadır, O’nun zâtınadır.’ Cümleleriyle başlıyor, Peygamberimiz (sav) Efendimize salat ve selam son bulan giriş kısmının arkasından üç ana bölümle devam ediyor. Her bölüm kendi içerisinde çeşitli başlıklarla oluşturuluyor. Birinci bölüm hakandan başlayarak çeşitli devlet görevlileri ile meslek erbâbını konu ediniyor. Müsbet ve menfi örneklerle makam sâhiplerinin nasıl olması ve nasıl olmaması gerektiği anlatılıyor, halka karşı nasıl davranmaları gerektiği üzerinde duruluyor.

Eserin siyâsetname ile alakalı bu bölümünde kırk ara başlıkla kırk meslek mensubunun davranışlarıyla alakalı bilgiler yer alıyor. Mesleklerin bâzıları şunlar: Kadı, vezir, inzibat, şeyhülislam, müftü, müderris, hekim, kâtip, öğretmen, imam, hâfız, ses ve saz sanatkârları, müneccimler, ticâret erbâbı, esnaf, emniyet müdürü, çiftçiler, Çingeneler, dilenciler, kuşçu ve avcılar, dervişler ve diğerleri… İş ve meslek mensuplarına ait her bölümün sonunda mesnevi, rübâî, beyit ve dörtlük bulunmaktadır.

Birinci bölümden tadımlık satırlar:

İslam Beyi Hakkında

Böyle bir hakana Müslüman bir bey, Hz. Peygamberin hizmetindeki dört kişiden biri gibidir. Bu kişi, arzularına kavuşamayanların son sığınağı, hakanın da tâlihidir. Hakana dünyada gerçekleri söyleyen ve onun âhireti hakkında kaygı çeken kişidir. Kötüler ondan korkmakta, iyilerin zorlukları onun sâyesinde kolaya dönmektedir. Halkın malı ile ilgili aç gözlülüğe gönlünde yer yok ve kadın hayâli kalbinde yer edinmez. İsteği, Müslüman halkın güvenliği, amacı, Müslüman olmayan halkın birlik ve beraberliğidir. O, Müslümanların rızâsını arayandır; Müslümanlar ise onun duâcısıdır. Kendisi dürüst ve bütün çabası halkın işlerinde adâleti sağlamaktır. Hakanın kapısında bu tür beyler eksik olmasın ve devlet de böylelerinden başkasının eline geçmesin. (s: 29,30)   

‘Övülmeye Değer Hareketler ve Hoş Olmayan Huylar’ başlıklı ikinci bölümde insan hayatında önem arz eden, tövbe, züht, kanaat, sabır, tevazu, teveccüh, rıza, aşk… gibi on konu üzerinde durulmuştur. Yine her bölümün altında mesnevi, beyit, rübâîler bulunmaktadır. Bâzı bölümleri kısa hikâyelerle de desteklenmiştir.

‘Övgüye Değer Eylemlerin Sonu ve Yergiyi Hak Eden Hisler’ başlığı altındaki üçüncü ve son bölüm ise yüz yirmi yedi adet ‘tembih’ ihtiva etmektedir. Bilindiği gibi tembih: uyarma, ikaz mânâsındadır. Bir işin nasıl yapılacağı hakkında bilgi verdikten sonra üsteleyerek hatırlatma demektir. Bu tembihlerde de değişik meselelere temas edilmiş ve hemen her tembihin arkasında bir beyit veya dörtlük yazılmıştır.

119. Tenbih:
Güzel olan, rûha rikkat verir; çirkin ise ömrü mahveder. Güzel huylu nâzenîn, cennetteki hûri gibidir; kötü mizaçlı çirkin de cehennemdeki zebâniye benzer. Korkak, her türlü yararsız sözü söyler; tavuk, bulduğu her pisliği yer. Erkekte söz hüner, ipçide bez hüner. Cimri, öykünmekle büyük olamaz, keçi koşmakla geyik olamaz. Gönlündeki eksikliğe gülmek haram, hakanla düşmanlığın varsa uyumak haram. Tanrı herkesi kendi yolundaki yol kesicilerden korusun, hakanla düşman olmaktan korusun.

Kendi yolunda Tanrı tutsun şeytandan ırak,
Hakan karşısında kim ki şeytan gibidir, ondan ırak.’ (s: 167)

Mahbûbu’l-Kulûb, Nevâyî’nin son eseri olmasının yanında, kültür târihimiz açısından belki de en mühim eseridir. Orhun Yazıtları ve Kutadgu Bilig gibi siyâsetname türüne dâhil edebileceğimiz bu eser; yazarının deruhte ettiği çok önemli devlet görevleri yanında, doğrudan kültür hayatının içinde oluşu, toplumu iyi tanıması ve halkın dertlerine âşina olması dolayısıyla edindiği tecrübeleri de insanlığa intikal ettirmektedir.

Son derece rahat okunan, her kesimden insana faydalı olacak bilgiler ihtiva eden bir kitaptır.

ÖTÜKEN NEŞRİYAT: 
İstiklal Caddesi Ankara Han Nu: 65/3 Beyoğlu 34433 İstanbul.  Telefon: 0.212-251 03 50  Belgegeçer: 0.212-251 00 12 www.otuken.com.tr  e-posta: otuken@otuken.com.tr 

ALİ ŞÎR NEVÂYÎ:


Türk kültür hayatının mühim isimlerinden biri olan Ali Şîr Nevâyî, günümüzde Afganistan sınırları içerisinde bulunan, devrinin önemli siyâset ve ilim merkezi Herat şehrinde 1441 yılında doğdu. 1501 yılında, 60 yaşında iken doğduğu şehirde vefat etti.
Babası Kiçkine Bahadır, Emir Timur’un oğullarından Şahruh’un torunu Horasan hâkimi Ebû’l-Kasım Bâbur’un hizmetinde bulunmaktaydı. Ali Şîr Nevâyî, Kasım Bâbur’un himâyesinde çok iyi bir eğitim görerek yetişti. Bâbur’un vefatından sonra Herat şehrinin hâkimiyeti, Timur’un ahfadından Hüseyin Baykara’nın eline geçince O’nun hizmetine girdi. 1472 yılında ‘Divan Beyi’ unvanı ve Hüseyin Baykara’nın vekili sıfatıyla devlet idâresinde en üst seviyede yetkili oldu. Âdil yönetimi sebebiyle çok sevildi. Aynı zamanda Türk dilinin ve kültürünün yücelmesi için çalıştı. Çok mühim eserler telif etti. Daha hayatta iken bütün Türk âleminde saygı ve sevgi ile anılan bir kişiydi. Telif ettiği kitaplar, bütün Türk saraylarının en kıymetli ve nâdide eserleri arasında yer alıyordu.
Çeşitli mevzularda yazdığı 30 eserden bâzıları: *Mecâlisü’n-Nefâyis: (Türk edebiyatında ilk şâirler tezkiresidir), *Nesâyimü’l-Muhabbe min Şemâyimü’l-Fütüvve: (Tarikat büyüklerinin kısa hayat hikâyeleridir), *Münâcât, *Kırk Hadis ve çok mühim târih kitapları:  *Lisânü’t-Tayr, *Târih-i Enbiya ve Hükema, *Târih-i Mülûk-ı Acem, *Farsça Divan…  Muhâkematü’l – Lugateyn  isimli eserinde, Türkçe ile Farsça’yı karşılaştırarak, Türkçenin üstünlüğünü ortaya koydu.
Doğu Türkeli’nde, Müslüman Türkler arasında edebî faaliyetler çok gelişmiş idi. Gelişmeler, Hüseyin Baykara döneminde doruğa çıktı. Bu yükselişin en önemli âmili Ali Şîr Nevâî’dir. 

Prof. Dr. VÂHİT TÜRK:


12.06.1960 tarihinde Sivas ili Gürün ilçesi Sarıca köyünde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1978 yılında Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine girdi. Aynı fakülteden 1983 yılında Prof.Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı ‘Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup’ adlı tezini vererek mezun oldu. 1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı ‘Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık – Transkripsiyon’ adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı ‘Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin’ adlı teziyle doktorasını tamamladı. Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri de yapmıştır. Prof. Dr. Vahit TÜRK 2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesine geçmiştir. 


DERKENAR


TÜRKÇENİN FERYADI


Kırk yıldan beri dil konusundaki bütün haklı ve ilmî tenkitlerin karşısına hep aynı mugalatalarla çıkılmaktadır. Meselâ: ‘Türkçe fakirleşiyor, nesillerin arası açılıyor, baba ile oğul anlaşamıyor’ feryadına daima şu kabil safsatalarla cevap verilmiştir:
Ana-baba vaktiyle ‘dessâme-i zu selâsetü’ş-şerâfe’yi öğrenmiş; çocuk, şimdi bunun yerine ‘üçlü kapacık’ terimini kullanıyor. Ana-baba eskiden ‘âkilü’l-lahm’ öğreniyordu, şimdi çocuklar ‘et yiyen’ terimini kullanıyorlar. Bu durumda çocuk elbette babasının ağır Osmanlıcasını anlayamayacaktır. Ne yapalım yani? Nesiller birbirlerini anlasınlar diye çocuklarımıza ‘al yuvarlar, ak yuvarlar’ yerine ‘küreyvât-ı hamrâ, küreyvât-ı beyzâ’yı mı öğretelim? Dilimiz bu Osmanlı uydurması sözlerle mi zenginleşiyordu?
Açıkça görüldüğü üzere tavsiyeciliğe karşı olanlara verilen bu türlü cevaplar, meseleyi esastan tamamıyla uzaklaştırmaktadır. Çünkü:
1- Bugün, hiç kimse eski terimlerin muhâfazasını istememektedir. Terimlerin, tercihan, Türkçe köklerden ve dilimizin gramer kaidelerine uygun olarak yapılması hepimizin arzusudur. Bu mümkün olmazsa, bazı ilim ve teknik dalları için milletlerarası terimlerin kabulü de düşünülebilir. Bu konuda o kadar aşırı olmaya lüzum yoktur. Ancak, terimlerle günlük hayatın konuşma dilini, edebiyatın yazı dilini hiçbir zaman karıştırmamak lâzımdır. Biz bu sonuncuların zorlanmasına karşıyız.
2- Baba ile oğulun anlaşamadıklarından şikâyet edenler, belli sayıdaki eski terimlerin değiştirilmesine karşı olduklarından değil, konuşma ve yazı dilinde yaşayan binlerce kelime ‘yabancı asıllıdır’ bahanesi ile budandığı için feryat etmektedirler. Budanan bu kelimelerin yerlerine yanlış yapılmış zayıf ve uydurma ‘sözcükler’ konduğu için feryat etmektedirler. Dil ilmi ile hiçbir ilgisi olmayan sorumsuz ve bilgisiz kimselerin kelime uydurmayı meslek hâline getirmeleri karşısında feryat etmektedirler. Türkçe fakirleştiği, nüansını, ahengini ve bütünlüğünü kaybettiği için feryat etmektedirler. Dilimiz bir çıkmaza saptırıldığı için, anarşiye boğulduğu için feryat etmektedirler. Millî beraberlik tehlikeye düştüğü için feryat etmektedirler. Bütün bu samîmi yakınmalar ve haklı tenkitler karşısında kendilerine çekidüzen vermesi gerekenlerin demagojiyi tercih etmeleri yüzünden feryat etmektedirler.
3- Bugün, hiç kimse, ne terimler konusunda, ne de yazı dili konusunda Osmanlıcaya dönelim demiyor. Ancak Anadolu’da 13. yüzyılda başlayıp, Yahya Kemal, Ömer Seyfettin, Ref ik Halid ve Peyami Safa gibi sanatkârların kaleminde artık olgun hâle gelen yazı dilini esas alalım, sadeleşme meselesini artık o noktada durduralım, diyoruz. Bu yazarların dilini de sadeleştirmeye kalkarsak, ne Türkçe kalır, ne Türk kültürü kalır, ne de Türk düşünce ve sanat hayatı kalır, diyoruz.
Fakat ne yazık ki bizim bu feryadımız karşısında ya susuluyor veya başka yollara sapılıyor. Meselenin esasına dokunulmuyor. Derinliklerine inilmiyor. Kelime ve mantık oyunları ile hâdise geçiştirilmek isteniyor. Nitekim Türk Kültürü dergisindeki bir yazımda: ‘Gençliği babasının bayram tebriğini anlayamayacak bir seviyeye düşürmek, öztürkçecilik değil, barbarlıktır.’ Demiştim. Türk Dili dergisinde bu cümle ele alınıyor ve şöyle cevap veriliyor:
-Bir kuşak önceki babaların nasıl bayram tebriki yazdıklarını düşünüyorum, kafamın içinde şöyle bir örnek beliriyor:
Şeref-i hulûliyle mübâhi olduğumuz iyd-i said-i adhanın müteyemmim olması duâ-yı vâcibü’l-edasını bârigâh-ı ahadiyyete i’la ve dü-çeşm-i ferzendanelerini bûs ile râsime-i tebriki i’la ederim.’
‘Yazıya göre gençliği işte bu dilden ayırmak barbarlıktır. Demek ki uygarlık, gençliğin o bayram tebriki dilini öğrendiği zaman vardı. Öyle ise, bugün de babamızın dilini anlayacak seviyeye yükselerek barbarlıktan kurtulmamız, uygarlığa erişmemiz gerekir. (!)’
Türk Dili dergisinden aynen aktardığımız yukarıdaki satırların her cümlesi, eskilerin mugalata veya safsata dedikleri, bugün ise demagoji adını verdiğimiz alelâde polemik tarzının tipik örneğidir. Böyle canlı bir demagoji örneği gösteren yazar, her hâlde bu şahane buluş karşısında muarızlarının artık susacağını sanarak sevinmiştir. Biz, çok karşılaştığımız için de yadırgamadığımız bu polemik metodu ile susacak değiliz. Onun için, önce bay yazara birkaç şey soralım:
1- Türk dilinin hangi devresinde babadan oğula böyle bir bayram tebriki yazılmıştır?
2- Biz, zamanımızın gençliğinden bahsettiğimize göre, bugün bu şekilde tebrik yazan bir baba var mıdır?
3- Tarafınızdan uydurulmuş böyle bir sahte örneğin dilini beğendiğimizi ve gençlere öğretilmesini tavsiye ettiğimizi gösterecek delilleriniz nelerdir?
4- Önce, mevcut olmayan bir örnek uydurmak, sonra ‘Hacı-
eminoğlu gençlere bu dilin öğretilmesini öğütlüyor’ demek ahlâkî bir davranış mıdır?
5- Gençlerin, okullarda, millî kültür yadigârlarımızı okuyup anlayabilecek seviyede yetiştirilmesini istemek, tarihî Osmanlıcayı günümüzün yazı dili hâline getirelim demek midir?
Şimdi de hangi hareketin barbarlık olduğunu, hiçbir yanlış anlaşılmaya meydan vermeyecek bir açıklıkla tekrar edelim:
1- Türkçede yaşayan karşılığı bulunmayan ve bugün tarladaki köylünün, fabrikadaki işçinin, okuldaki çocuğun ve sokaktaki her sınıf vatandaşın anladığı, kullandığı ve yabancı asıllı olduğunu dahi bilmediği ‘akıl, şuur, zekâ, vicdan, kalp, beden, ruh, can, namus, şeref, haysiyet, din, iman, kitap, kalem, defter, dünya, âhiret, cennet, cehennem, vatan, millet, devlet, şikâyet, zafer, ...’ gibi yüzlerce kelimeyi masa başında, hem de ehliyetsiz kimselerin yalan-yanlış uydurdukları ‘sözcük’lerle değiştirmeye kalkışmak barbarlıktır.
2- Türk milletinin şarkısına, türküsüne, fıkrasına kadar girmiş, şeref gibi, haysiyet gibi kelimeleri atıp, onların yerine konuşma dilinde kibir yahut izzetinef is mânâlarında kullanılan ve Türkçeye Fransızcadan geçmiş olan ‘onur’u almak budalalıktır. Bu yetmiyormuş gibi, onur’un Türkçe olduğunu iddia etmek ise, barbarlıktır.
3- Sadece yabancı asıllı kelimeleri değil, ‘alın yazısı, düşünce, sensizlik, korkunç, yalvarmak, yakınmak, bütün’ gibi Türkçe kelimeleri dahi ‘uydurma sözcüklerle’ değişmek hem hainlik, hem de barbarlıktır.
4- Batı dillerinden gelen ve henüz halk tarafından benimsenmemiş olan ‘komisyon, delege, personel, kontrol, enformasyon, konsorsiyum, konsomasyon, solist, mönü, seksiyon, sektör, tekstil, protokol, brif ing, enstantane, deklârasyon’ gibi kelimelere ses çıkarmayıp da, Türk milletinin iliğine işlemiş, ruhuna sinmiş ‘hayat, ömür, cesaret, vicdan, ahlâk’ gibi yüzlerce kelimeyi dilden atmaya kalkışmak, önce ahmaklık, sonra barbarlıktır.
5- Her biri bir başka dilden gelmiş olan ‘kent, kamu, acun, tamu, uçmak, sınır, temel, amaç, örnek, zor’ gibi kelimeleri Türkçe diye göstermek ve bu harekete de ‘öztürkçecilik’ adını vermek, katmerli bir cehâlettir.
İşte bütün bu yanlış hareket ve samîmiyetsiz davranışlar yüzünden, bugün Türkçe feryat etmektedir.
Necmettin Hacıeminoğlu: Türkçenin Karanlık Günleri, İstanbul 2011, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, s: 31-35.