Rektör atama yetkisinin Anayasa ile Cumhurbaşkanına verildiğini görmezlikten gelip Boğaziçi Üniversitesinde eylem başlatanların Amerika’dan bekledikleri hamlenin ne olduğu gün yüzüne çıktı. Robert Kolejinin, boğaza nâzır üniversite arazisini Türkiye’ye şartlı olarak devrettiğini ve Amerika’nın üniversiteye el koyabileceğinin dillendirilmesi -sunum tarzı itibariyle- bir endişeyi ifade etmekten ziyade, bir beklentinin dışa vurumu olarak görülebilir.

Üzerinde Boğaziçi Üniversitesinin kurulduğu arazinin Türkiye Cumhuriyeti tarafından 1971 yılında Robert Koleji’nden alındığı ve devir anlaşmasında da ‘arazinin başka amaçlarla kullanımı durumunda, New York Eyalet Mahkemesi tarafından geri alınabileceği’ şartının bulunduğu iddiasını İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlisi Özgün Emre Koç sosyal medyada gündeme getirdi. Ardından da Odatv ve Cumhuriyet gazetesi bu iddiayı haberleştirdi.

**

Yalnızca yükselip makam sahibi olabilme arzusuyla kavrulan Hürriyet ve İtilaf Partisi üyesi bir grup partizan Osmanlı subayının “ihanet” olarak nitelenebilecek şu sözleri, tarihin sayfalarındadır:

“Edirne’yi Enver alacağına bırakın Bulgar alsın!”

Belki Emre Koç’un muradı böyle değildir de; bugüne bakınca “Boğaziçi’ni biz alamıyorsak, Amerika alsın!” diyenlerin olabileceğini de görmek mümkün.

** 

TÜRKİYE’NİN ANAYASASI

AMERİKA’YI NEDEN GERDİ?

Esasen Türkiye’de yeni bir anayasa hazırlanması gerekliliğinden yıllardır bahsedilir de iş ciddiyet kazanınca bazı çevreler bu icraatı farklı gerekçelere sığınarak sekteye uğratır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta yaptığı “Anayasayı, tartışmanın, yeni bir anayasa hazırlamanın vakti gelmiştir” şeklindeki açıklama sadece muhalefet partilerinden değil, Amerika’dan da yankı buldu.

Amerika’nın önde gelen basın kuruluşlarından Bloomberg “2017 yılında anayasada yaptığı değişiklerle geniş bir yürütme gücü elde eden Erdoğan, ülkenin temel yasalarında yeni bir hamle yapmaya girişti. İlk bakışta Erdoğan’ın 1982 anayasasından kalma kanunları hedef alması demokrasiyi güçlendiriyor gibi görünebilir. Ancak mevcut anayasayı eleştirirken sık sık ordunun ülkenin üniversitelerini yakından takip etmek için oluşturduğu bir yapıdan bahseden Erdoğan daha ileri giderek başkanlık gücü sayesinde rektör atama yetkilerini genişletti” şeklinde bir değerlendirmede bulundu.

Anlaşılıyor ki bizim muhalefetin aksine Amerika mevcut anayasa gereği Üniversitelere rektör atama yetkisinin Cumhurbaşkanında olduğunun farkında ve bundan da rahatsızlık duyuyor! Yeni anayasanın millileşmeye sağlayacağı katkıyı da öngörüp engellemenin derdine düşmüş olmalılar.

**

Bloomberg’in anayasa tartışmalarına dair haberini Türkiye’nin yeni muhalefet liderlerinden Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın açıklamalarıyla desteklemesi de dikkat çekiciydi. Babacan’ın “Yeni anayasa önerisi Türkiye'de vatandaşlarımızın gerçek sorunları görmesini engellemekle ilgilidir. Biz halkın gündemini saptırma çabalarının kurbanı olmamalıyız” şeklindeki sözleri haberde yer buldu.

Haberde Erdoğan’ın oluşturduğu milliyetçi ve muhafazakâr koalisyonun yasal değişiklikleri sağlayabilmek için 23 sandalyesinin eksik olduğuna vurgu yapılması da bir başka ayrıntıydı.

Daha da ilginci; İsmi zikredilmeyen ama anayasa değişikliği ile ilgili planları bildiği ifade edilen bir yetkilinin “Anayasada herhangi bir revizyon Erdoğan'ın rolünü pekiştirecek, Türkiye’yi yeniden dönüştürme vizyonunda yeni siyasi sistemin ve onun rolünü güçlendirecektir” yorumunda bulunmasıydı.

**

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in “Burada bir yeni anayasa kavramı var. Sıfırdan anayasa yapmak gibi bir iddia ise o zaman ikinci Cumhuriyet’in kuruluşu anlamını taşır ki, bunun cevabını almamız gerekiyor” şeklindeki sözleri de gelecek olursak; bu ifadenin satır aralarında -hükümette ve mecliste sıfırdan anayasa yapma yetkisi olmadığı- imasını sezmek mümkün. 

Böyle düşünenlere, mevcut Anayasa’nın Cumhuriyet tarihinde kaç defa tadil edildiğini hatırlatmak kâfi gelmeyebilir de, yürürlükteki 1982 Anayasasının 1980 darbesini icra edenler tarafından hazırlandığını unutturmamak gerekiyor.

**

İZMİR’İN DAĞLARINDA ALTI OK

İzmir, bir dönem ANAP’lı, bir dönem de DYP’li olarak seçimleri kazanan Burhan Özfatura hariç, onca yıldır CHP’li Başkanlar ve kadrolar tarafından yönetiliyor. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’da zaman zaman bu gerçeğe uygun olarak “İzmir’i yıllardır nasıl yönetiyorsak Türkiye’yi de İzmir gibi yöneteceğiz” mealinde sözler sarf ediyordu.

Ancak son sel felaketini müteakiben, Kılıçdaroğlu’nun İzmir ziyareti sırasında halktan gösterilen tepkiler, İzmir’in öyle Türkiye’yi yönetmeye örnek gösterilecek bir durumda olmadığını ortaya çıkardı. Selden zarar gören esnafların Belediye Başkanı Tunç Soyer’e hitaben “İzmir’de 35 senedir CHP var ve altyapı gerçekten bitik. Lütfen bu altyapıyı düzeltin. Kaç gündür yoksunuz. Burada sabahtan beri hiç ekip yoktu. Sırf Kılıçdaroğlu gelecek diye şimdi burada bir dünya ekip var” şeklindeki serzenişleri CHP’nin hizmet anlayışındaki eksiklerin tercümesi oldu.

**

YABANCI DERNEK VE VAKIFLARIN

TAHKİK EDİLMESİ ZARURET OLDU

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu geçen hafta bir televizyon programında Türkiye’de faal olan 17’si direkt LGBT Derneği, 12’si de LGBT ile ilişkili toplam 29 dernek bulunduğunu ve bu derneklerden yalnızca 16’sına 2018-2019 döneminde Amerikan büyükelçiliği, AB fonları ve Hollanda Kraliyet ailesi başta olmak üzere 12.5 milyon dolar para yardımı yapıldığını söyledi. Devletin bu dernekleri denetlemede yetersiz olduğunu ve yabancı devletlerin verdiği paranın tespit edilenden en az on katı daha fazla olduğunu anlatan Soylu aslında önemli bir gerçeği de dile getirmiş oldu.

Evet, sivil toplum faaliyetlerinde dernek ve vakıfların özel bir yeri vardır. Buna zarar vermemek lazımdır. Ancak yabancı devletlerle kurulan münasebetlerin gerçek amacının bilinmesi gerekmektedir. Zira bu ilişkiler sıradan bir güvenlik sorunu olmanın ötesinde beka sorununa da dönüşebilmektedir. Bunun yanında yabancı dernek ve vakıfların ülkemizde yürüttüğü sinsi faaliyetlerinde gözden kaçırılmaması, her daim mercek altında tutulmasında yarar vardır.

**