Evet lebalep doluyum!

Hem de çok lebalep.

Bu doluluğumu nasıl ifade edeceğimi bilmesem de  lebalep ağzıma kadar doluyum.

Lebalep lebalep  ağzımı boşaltmak istesem de, lebalep lebalep dolu olan cezaevlerini doldurmaya adına lebalep lebalep susuyorum.

Susmasan lebalep lebalep patlasam kendime ederim biliyorum.

Neyse!!!

Lebalep küflü peynir vakasına geçeyim.

Yine lebalep suya sabuna dokunmayım.

Geçelim hikâyeciğimize,

Kanuni Sultan Süleyman sefere çıkmadan önce, saray hekimlerine askerlerin seferde iken salgın hastalıklardan hasta olmamaları için ne yapmak gerektiğini sorardı. 

Hekimler ise , kuvvetli bir ilâçtan bahsettiler .

Sultanın da hoşuna giden bu ilâç penisilin ilâç idi. 

Hemen saray aşçılarına ferman gönderilir ve askerlere her öğün, küflü peynir verilmesi söylenirdi. 

Evet , yanlış duymadınız... Atalarımızın, dedelerimizin , toprak altın da muhafaza ederek küp içinde muhafaza ettikleri , küflü peynir koruyucu aşıdır.

İçindekii probiyotik bakteriler , bağırsak florasını kuvvetlendirir ve iç organların ömrünü uzatır. 

O zaman şartlarında bir sefer yaklaşık 2 sene sürerdi. 

Asker 6 ay yürüyerek gider ve 6 ay yürüyerek geri dönerdi. Tozun toprağın havaya kalktığı, tuvalet ve banyo ihtiyacının zor karşılandığı bu sağlıksız şartlar altında , düşman askerleri telef olurdu. Salgın hastalıktan toplu asker ölümleri olurdu. 

Ancak Osmanlı askerleri bu salgından etkilenmez , basit bir grip gibi atlatırlardı .. 

Sebebi ise sefere çıkmadan önce yemeye başladıkları küflü gömme peynirdi ...

Ne güzel bir ilâç, ne güzel bir gıda.. 

İçinde ne prospektüsü var , ne de son kullanma ve üretim tarihi var ..

Herkes bu aşıyı evinde kolaylıkla üretebilir. 

Herkesin evinde bulunur ..

Vücudumuzdaki hastalıkların sebebinin %70 bağırsak florasının bozulması ile olduğunu hepimiz biliriz... 

Bağırsakda,

Kefir,

Ekşi Maya,

Ev yapımı yoğurt ile çoğaltabiliriz.

Bizi savaş meydanın da yenemeyen düşmanlarımız, gıdalarımızı değiştirerek yenmeye çalışıyor...

##

Ne kadar zor günlerden geçiyoruz.

Her yer sanki zifiri karanlık.

Belirsizlikler manzumesi içinde debelenip duruyoruz.

İnanmadığımız doğruları savunur olduk.

Yalanları gerçekmiş gibi aktarmaya da üstümüze yok.

Ne oldu bize.

Sahi ne oldu da bu hissiz bir o kadar da değersiz kitleler haline geldik.

Bozulma kelimesi bulunan kültürel erozyonu ifade etmekte kifayetsiz kalıyor.

Düzelir miyiz?

Bilemiyorum.

Ama iyi gitmediğimiz kanısı her geçen gün zihnimde daha fazla yer buluyor.

Ya siz de durumun yansımaları nedir?

##

AL KARISI

Al basması olarak da nitelendirilen bu durumla halen karşılaşılmaktadır.

Doğum sonrası annede psikolojik süreçlerin satanist geleneklere ki yansımalarından olan al basması halen Anadolu’daki bir çok yerde bilinmektedir.

Peki, nedir bu Al Karısı?

Anadolu’da Al Karısı olarak adlandırılan, kökenleri Şamanizm’den alan çirkin, gözleri kanlı, korkunç yaratık. Al Anası, Al kız, Al bastı, Karabasan gibi farklı isimler ile anılsa da, dağınık gözlerinden alevler fışkıran kızıl saçlı kadın tasviri her birinden ortaktır.

 Irmak kenarlarında, ıssız bölgelerde yaşar. Yeni doğum yapmış kadınlara musallat olan Al Karısı, eğer tedavi edilmezse anne ve çocuğun ölümüne sebep olur. Annedeki şiddetli ağrı, bayılma, sayıklama ve eşyaları kırmızı görme gibi belirtilerin Al Karısından kaynaklandığına inanılır. İnanca göre koruma altına alınmamış ve ‘40’ı çıkmamış’ annenin göğsüne oturarak ciğerini söküp kan kaybından ölmesine sebep olur. 

Atların yelelerini örmek en çok sevdiği şeydir. Korktuğu tek materyal demir madenidir. Yakalanıp vücuduna demir saplanırsa suya dönüşeceğine inanılır. İnanışa göre Anadolu’da yaşlı kadınların elbiselerinde çatal iğne taşımalarının sebebi Al Karısı’ndan korunmak içindir. Yeni doğum yapmış annelerin odalarında mutlaka demir bir eşya bulundurulmasının sebebi de bu yüzdendir. 

Ayakları ters, uzun parmaklı ve tırnaklı, tepesinde gözü olan yaratık, mavi boncuk olarak anılan Nazar boncuğundan korkar. Yakalanacağını anladığı zaman kendi kendini yaralar ve akan kandan yeni bir Al Karısı doğar. Doğum esnasında temizliğe yeterince önem verilmediği vakit ortaya çıkan, tıp literatürüne ‘Lohusa Humması’ olarak geçen terim günümüzde yapılan tedaviler ile nadir rastlanır bir hale gelmiştir.