LÂDİK’Lİ AHMED AĞA!... (2)

Abone Ol

“Eğer siz ona (Resûlüllâh’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir; Hani, kâfirler onu iki kişiden biri olarak (Ebû Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani, onlar mağaradaydı; o arkadaşına üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu bunun üzerine Allah ona (Sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçattı. Allah’ın sözü ise zâten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/40)
(Hicret sırasında müşrikler tarafından ısrarla ta’kip edilen Hazreti Peygamber (s.a.) ve Hazreti Ebû Bekir (r.a) bir ara Sevr Mağarasına sığınmışlardı. Müşriklerin ayak seslerini duyuyorlardı. Hazreti Ebû Bekir (r.a) korkmuştu. Rivâyete göre müşrikler mağaranın girişindeki örümcek ağı ve güvercin yuvasını görünce içeride kimse yoktur, diye bırakıp gittiler.)
“Ey iman edenler! Allah’ın size olan ni’metini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.” (Ahsab 33/9)
“Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.” (Sâffât 37/173)
“İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü’minlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.” (Fetih 48/4)
“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah azîzdir, hekîmdir.” (Fetih 48/7)
Lâdik’li Ahmed Ağa, Sahib-i Zaman’ın emrinde çalışan, Allah’ın, köylülükle, çobanlıkla setrettiği (örttüğü), Kibâr-ı Evliya’dan, Ricâl-i Gayb’dan, yeryüzündeki Cünud-ü’llâh’dan bir Zât-ı Ulivv-i â’zamdı.
Lâdik’li Ahmed Ağa, zaman zaman, Lâdik Kasabasından Konya’ya müteveccihen, omuzunda heybesi, dudaklarında tütünü, -kendisi, sigara’ya bütün yaşlı insanlar gibi “Tütün” derdi. Memleketimizde Tekel’in, sigara imalatı başlatmadan önce, kıyılmış tütün, puro’da veya elle sarılarak içilirdi.- Aslında, Ahmed Ağa’nın sürekli elinde veya dudağında tuttuğu tütünü içtiği, dumanını içerisine çektiği pek görülmezdi.
Belli ki, köylülüğü gibi, çobanlığı gibi, tütünü de en mü’essir, örtü vasıtası olarak kullanıyordu.
Zaman zaman, Lâdik’liler, Konyalı’lar, kendi aralarında, Ahmed Ağa’nın ne büyük bir velî olduğu hususunda tartıştıklarında, bir taraf, “Lâdik’li Ahmet Ağa çok büyük bir veliymiş, kerâmeti zâhirmiş, üçler, yediler, kırklar toplantılarına katılırmış,” derken, diğer taraf, “Haydi canım sende! Hiç mi veli ve muhterem bir zât görmedik? Eski-püskü elbiseler giymiş, omuzunda heybesi, ağızında cigarası, köylü’nün teki böyle veli mi olurmuş?” diyorlardı.
Taraflardan Ahmed Ağa’yı öyle kerli-ferli göremedikleri için, veliliğine inanmamaları, halk içinde Ahmed Ağa’nın nasıl da setredildiğini, tamâmen örtüldüğünü gösteren en büyük delildir. Yola çıkardı. Konya istikâmetine giden vasıtalar yanında durup, Ahmed Ağa’ya nereye kadar gidecekse götürme teklif ederlerdi. Fakat, Ahmed Ağa teşekkür eder, kimsenin vasıtasına binmeden yoluna devam ederdi. En az 100 km. hızla Konya’ya doğru giden vasıta sürücüleri Konya’ya vardıklarında, Ahmed Ağa’yı, ya Mevlânâ Türbesinde, ya da Musallâ Mezarlığında, yahut da Alâeddin Tepesinde, Alâeddin Camiî’nde görürdüler. Lâdik’li Ahmed Ağa’nın Konya’da çok sık görüldüğü yerlerden birisi de, arsası, Konyalı, Merhûm Hacı İsmail Yakutlu tarafından bağışlanan, Toraklık Semtinde, 1950’lili yıllarda yaptırılan, binlerce talebenin İslâmî ilimleri tahsil ettikleri, Merhûm, Lâdik’li Ahmed Ağa’nın iki torununun da tahsil gördüğü, Konya’daki Tacdid hareketinin önemli merkezlerinden birisidir.
Hâfızam beni yanıltmıyorsa, 1966 yılının Mayıs-Haziran aylarıydı. Topraklık Kursundaydık. Lâdik’li Ahmed Ağa teşrif etmişlerdi. Bir müddet sohbetten sonra Ahmed Aygın, Merhûm İzzet Tekeli, Konya’nın en büyük mezarlıklarından birisinde yine hâfızam beni yanıltmıyorsa, Musallâ Mezarlığı’nda medfun bulunan, Süleyman Efendi Hazretlerinin ilk müntesiplerinden, “Kâmil Evliya” unvanlı, Kâmil Temizerler’i ziyaret etmek istedik. Ahmed Ağa’ya beraberce gitme teklif edildi. Fakat, “Siz gidin oğul! Benim burada biraz işim var, hem biraz dinleneyim,” buyurdular. O yıllarda Konya’da en favori vasıta bisiklet idi. Bendeniz de Merhûm imamlarımızdan Şaban Hoca’nın “Balon Tekerlekli” bisikletine bindim, ziyârete gittik. Musallâ Mezarlığı’na vardığımızda, Ahmed Ağa, Kâmil Evliya’nın başında Fâtiha okuyordu. Hiçbir şey sormadık, soramadık...
Biz de Fâtihalar, İhlas’lar okuduk, döndük, Ahmed Ağa hâlâ oradaydı...
Bisikletlerle hiçbir yere uğramadan doğruca Topraklık Kursu’na geldiğimizde, Ahmed Ağa, ilk geldiğinde oturduğu kanepede oturuyordu. Üzerinde de en küçük bir yorgunluk, terleme gibi bir yerlerden yeni geldiğini gösteren herhangi bir alâmet yoktu. Yine bir şey sormadık, soramadık...
Lâdik’li Ahmed Ağa’nın bu halleri artık, Konya ve civarında tevâtür derecesinde konuşuluyor, derin sohbetlerin tek konusuydu.
Merhûm, Tahir Büyükkörükçü, Konya Kapı Camiî’nde ve diğer camilerdeki sohbetlerinde, açıkca isim vererek, Lâdik’li Ahmed Ağa’nın, onun kerâmetlerinden, bahsediyordu. “Lâdik’li Ahmed Ağa, kâh Kubeys Dağında, kâh Zemzem’in başında, kâh Konya Küpe Dağında, üçler, yediler, kırklar toplantılarına iştirak ediyor,” diyordu.
Lâdik’li Ahmed Ağa’da görülen bu haller, aslında Evliyâ’nın Ricâl-i Ma’neviyyenin “Hayz-i Ricâl” olarak vasıflandırdıkları Kevnî Kerâmet cinsinden kerâmet olmayıp, Sahib-i Zaman’ın idaresinde ve emrinde birer tasarruftur.
Ahmed Ağa’nın, sanki Sahib-i Zaman’ın bir nev’i sözcüsü gibi açıklamak durumunda kaldığı bu tasarrufları iyi anlayabilmek için, biraz gerilere, Birinci Cihan Harbi yıllarına, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin parçalandığı yıllara dönmek gerekiyor.
Ne alaka diyenler çıkabilir? Ama, Lâdikli Ahmed Ağa’nın açıklama durumunda kaldığı bu tasarrufları anlayabilmek için tâ oralardan başlamak gerekiyor. Yıl, Milâdî 1918, Osmanlı Devlet-i Aliyye’si şiddetle çatırdamaktadır; İktidar İttihat ve Terakkî Hükûmeti, Şerif Hüseyin’i Mekke Emiri olarak ta’yin ettiler. İki oğlu Abdullah ve Faysal’ı, Mekke ve Cidde temsilcileri olarak Meclis-i Meb’usân’a seçtirdiler. Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın büyük bir titizlikle muhafaza ettiği bütün dengeler artık, alt-üst olmuştur.
Birinci Cihan Harbi sırasında, İngiliz’ler, Osmanlı Devlet-i Aliyye’sine ihânet karşılığı, Şerif Hüseyin’e bütün Arabistan’ın krallığını va’adettiler. Şerif Hüseyin, aslâ bir Evlad-ı Resûle yakışmayan bir tarz’da, maalesef velini’meti Osmanlı Devlet-i Aliyye’sine ihânet etti ve İngilizlerle işbirliği yapmayı kabul etti. Osmanlı arkadan vuruldu. Mukaddes Topraklar başta olmak üzere, Kudüs, Mısır ve tüm Ceziretü’arap Devlet-i Aliyye’nin sınırları dışında kaldı.
Şerif Hüseyin’e verilen, “bütün Arap’ların Krallığı” sözü yerine getirilmedi, fakat, Osmanlı’nın Ortadoğu’daki terekesi topraklar cetvel ile bölünerek, küçük devletçikler haline getirildi ve beher küçük birer Krallığa, Şerif Hüseyin’in oğulları Kral ta’yin edildiler.
Şerif Hüseyin’in en büyük oğlu, Abdullah Ürdün’e, Faysal, Filistin Toprakları da Lübnan ile birlikte birleştirilerek Krallık haline getirilen Suriye’ye, burada çok kısa bir müddet kaldıktan sonra, Faysal 23 Ağustos 1921’de Irak’a kral ta’yin edildi.
Mısır’da, Sultan Ahmed Fuâd’ın 15 Mart 1922’de Kral (Melik), ilân edilmesi üzerine Mısır’da monarşi ilân edildi. Kral (Melik) Ahmed Fuâd 28 Nisan 1936’da vefat edince yerine çok genç yaştaki oğlu Faruk geçti.
Kâinatta herşey Allah’ın takdir ve iradesiyle şekillenir. Bu bakımdan bize düşen, takdire karşı tedbir almaktır. Tedbîr, Ezelî İrade ile takdîr edileni, kaza haline gelmeden takdired bırakabilir. Hazreti Ömer radiya’llâhu anh Efendimiz, halifeliği sırasında Sâriye Komutanlığındaki İslâm Ordusunu Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebeviyye’de, hutbe okurken, dağın hemen arkasında, Vebâ ve Tâun hastalığının yaygın olduğu kasabaya girmek üzereyken Kerâmeten, ikaz etmiş, “Yâ Sariye el-Cebel, el-Cebel!” (Sâriye aman dağın arkasına dikkat et, dağın arkasındaki kasaba’ya girme) demiş, Sâriye de Hazreti Ömer’in bu ikazını bunca mesâfeye rağmen işitmiş ve İslâm Ordusunu oradan uzaklaştırmıştır.
Bunun üzerine, Halife Hazreti Ömer, “Biz, Allah’ın kazasından kaderine sığındık,” buyurmuştur.
Elbette, Kâinatta Allah’ın mutlâk iradesiyle takdir ettiği şeyler mutlaka vukua gelecektir.
“Senden önce gönderdiğimiz Peygamberler hakkındaki sünnet kanun (da budur) Bizim kanunumuzda (sünnetimizde) hiçbir değişiklik bulamazsın.” (İsra 17/77)
“Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı. Halbuki kişi kazdığı kuyuya kendisi düşer. Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyor? Allah’ın kanununda aslâ bir değişme bulamazsın. Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.” (Fâtır/35/43)
Yeryüzünde, Kıt’a’larda, memleketlerde, husûsiyle İslâm memleketlerinde, zuhur eden büyük fitnelere, Sahib-i Zaman’ın emri, izni, müdahalesiyle, Ricâlü’l-Allah, Ricâl-i Gayb, yeryüzündeki Cüdü’llâh, Cünd-ü İlâhi müdahale eder. Üçler, yediler, kırk’lar, Divanü’s-Sâlihîn ve Meşhed-i Â’zam toplantılarında alınan kararlar gereği, Sahib-i Zaman bu değişiklikler için düğmeye basar, Cüz’î tasarruf salâhiyeti olan, Ahmed Ağa gibi Ricâl-i Gayb olanlar da gereğine yerine getirirler.
(Gelecek yazı, Ahmed Ağa Mısır’da, Ahmed Ağa Irak’da, Ahmed Ağa Kore’de!...)