“Herhangi bir kavim, kendi öz vatanında “Dini ve etnik açıdan” (AZINLIK SAYILIP) bir nevi dışlanıyorsa, o ülkede bazı yanlışlar var ve bu yanlışlar her daim, “Emperyalist Devletlerin ekmeğine yağ sürmektedir.” Dolayısıyla, böylesi bir yanlış karşısında basiretsizlik içinde bocalanılması hayati hatadır diyebilirim!..” - Levon Panos Dabağyan” Bazılarına göre vatanseverlik ve vatan sahibi olabilmek, şu üç faktöre bağlıdır: (Aynı ırktan olmak, aynı dini paylaşmak ve aynı lisanı konuşmak.) Bu üç faktörün dışında isen, hiç bir zaman yaşadığın ülkenin asli vatandaşı sayılmazsın!... Ne var ki, mazisi bir İmparatorluğa dayanan ülkelerde doğrudan “Irki harsları” ön plâna almak ve ona göre hareket etmek, yanlışların en büyüğü olur. Zira bilindiği gibi İmparatorluklarda muhtelif ırklar bir arada yaşar, hayatlarını bir arada sürdürürler. Yani “Millet teşkil eden faktör; “onların bütününden meydana gelen bir özellik taşır.” Ancak, bir ülke halkının bütünlüğü açısından son derece hayati önem taşıyan bu faktör, ne acıdır ki, her daim basiretsizlik yüzünden gözlerden uzak kalır ve herhangi bir ülkenin temel direğini teşkil eden “Millet olabilme” özelliği böylece heba olur gider. Yânî, “halkların birleşiminden doğan ‘Millet’ deyimi bir türlü asıl şeklini alamaz.” Çünkü, baştan beri değil, yıllardır savunduğum bu görüş, ne yazık ki, hâlâ rağbet bulmuş değildir. Zira, “hamaset duyguların” adeta esiri durumuna gelmiş de değil, getirilmiş insanlarımızın bu duygu ile tanışabilmeleri adeta imkânsız hâle sokulmuştur. İçlerinde mevcut yanlışı görerek, hamasetliğin dışında kalarak, “birlik ve beraberlik” fikrini savunanlarımız ise tabii ki azınlıkta kalmaktadırlar. Günümüz Türkiye’sinde çoğunlukla “millet” kelimesinin mânâsı: “Irk, Dil, Din Bütünlüğü” esasına göre yorumlanmaktadır. Halbuki bir ülkedeki müşterek hayat sadece “dil birliği” ile sağlanabilecek bir esasa dayandırılırsa, işte o zaman hemen hiç kimse rahatsız olmaz ve müşterek bir yaşantıya kavuşulur ki, bunun adı da tabii ki, “Millettir. Yâni Millet olma vasfını kazanmak.” demektir. Ne acıdır ki, bir siyasî fikir yapısının hemen herşeyin üstünde tutmaya çalışmak ve bu uğurda tarihi bir çok hadiseyi tersinden gösterebilme gayretkeşliği, en çok “azınlık denen” unsurlara zarar vermiş ve onları bir yerde “vatansız durumuna” düşürmüştür ki, bu hâlden en ziyade mutazarrır olan da Türk-Ermenileri olmuş ve olmakta berdevamdır... Bazen düşünüyorum da; “Şayet biz Türk-Ermenileri “İslâm Dinine” mensup olsaydık, bu derece parmağa dolanacak mıydık?.. Hayır! En bariz misâli ise İttihatçılardır. O İttihatçılar ki; (Koca İmparatorluk toprakları, “Beş milyon km. kare’den, yedi yüz seksen bin km. kareye inmesine” sebep olmuş oldukları hâlde, “istisnaları tenzih ederim” hâlâ birer “Hürriyet kahramanı” olarak anılmaktadırlar?!... Ohannes Kacaznuni ne hikmet yumurtlamış?(!) şöyle demiş: (Biz Türkleri arkadan vurduk, Tehciri hak ettik!...) Ve bu itiraf, Rus (Sovyet Rusya) kaynaklarından elde edilerek, ülkemize getirilmiş ve de has mal bulunmuş gibi derekap kitap hâlinde neşredilmiş ve de bizim basınımızda yer alan hamasetçi yazarlar da bu durumu anında değerlendirmişler!.. Şimdi bu çok bilirimci efendilere soruyorum: Ermenistan Ermenileri Ruslar hesabına Osmanlı’ya saldırmış, Anadolu-Ermenilerini hile ve kahpece hazırlanan tuzaklarla iğrenç oyununun içine sürüklemiş ise, bunun cezasını Osmanlı-Ermenisi mi, çekmeliydi?!.. Osmanlı-Ermenisi, Emperyalist Devletler’in, birinci derecede koz teşkil eden ve Türkiye’ye karşı her ihtiyaç zuhurunda kullanılabilen bir matah durumundadır ve bunun böyle olabilmesini sağlayanlar da, Türkiye’deki bazı bağnaz siyasiler, bürokratlar ve basın mensuplarıdır!... Osmanlı-Ordusunda görevli Ermeni-asıllı subay ve erlerden Ordu saflarından kaçışlarını hatta hıyanet içinde bulunduklarını yazan sözde kaynaklar, meselenin aslını yazacak yerde, siyaset yapmaktadırlar. Şöyle ki; Bu hayırsız durum İttihatçılar döneminde başlamış ve Ordu içinde bulunan İttihatçıların Ermeni asıllı subay ve erleri tehdit veya daha başka usullerle kaçmalarına mecbur edilmişlerdir!.. Bunlar hakkında da belgeler mevcuttur. Şimdi ilk benim mensubu bulunduğum sayın gazetemin yazarlarından “Ermeni mevzuuna merak sarmış” bulunan beylere soruyorum. Hele bir tanesi ki kendisi ile yakın sohbetlerimiz olmuştur. Bir tek sefer olsun, Ermeni Meselesi hakkında bendenize sormaya tenezül ettikleri hiç bir husus olmamış ve dahası; bizzat hediye etmiş bulunduğum bu konudaki telif eserlerimi okumak veya bahsini etmeye daha tenezzül buyurmamışlardır!... Nitekim, diğer gazetelerde bulunan yazarlar da hiçbir zaman bu konudaki eserlerimden söz etmeye yanaşmamış ve daha ziyade bu hususta sükût etmeyi yeğ bulmuşlardır!... Bu niçin böyledir? Böyle olmuş ve olmaktadır çünkü, “Ermeni Meselesi” ve Ermeniler hakkında Türk insanının bilgisinin kısıtlı olmasını isteyenler böyle olmasını arzu etmişlerdir de ondan!... Buyurun bir başka misâl: (SULTAN ABDÜLHAMİD-İFTİRALARA CEVAPLAR) Yazan: M. Raif Ogan Baskı: 208 İstanbul. Mezkûr eserin “Taktim” bölümünde taktim yazısına şu ibare ile başlamış: (Tarih en adil mahkemedir) sözü tarihin, dolayısıyla umumi efkârın daima hakikatten yana tavır aldığını ispat ve ilân eder. Buyurmuş K. Yusuf Ünal Küçükbey. Güzel buyurmuşlar velâkin, tarih, ancak doğru yazılmış olursa adalet açısından değer taşır!... En adil mahkeme olabilmesi içinse, evvelemir, dürüst ve tarafsız yazılmış olması elzemdir. Ancak, bizim tarihimizi ele aldığımız zaman bilhassa “Ermenili” hanelerde ne yaman yanlışlar, ne yaman yakıştırmalar mevcuttur... Buyurun okuyun. Sahife: 19-20. (Sultan Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” unvanını takan ve taktıran Ermenilerdir. Bilindiği üzere Hınçak, Taşnak, Troşak gibi kökleri Moskof ülkelerinde, dalları Avrupa’da bulunan komitalar vardı, bugün dahi yine Avrupa’da ve Orta-Şark’ın bazı bölgelerinde vardır.) Yukarıda kayda geçtiğimiz bölüm, kısmen de değil, tamamen tersinden gösterilen bir kayıttır ve bu tabii ki, sorgusuz, sualsiz kitapta yer almış ve tarihi bir kaynak olarak milletimize aktarılmak istenmiş bulunan nice hamaset düşüncenin ürünü olarak, onbinlerce vatandaşımızı kimini Ermeni düşmanı ve kimini de Türk düşmanı yapmıştır!... Lâfı uzatmadan esas konuya girelim ve bizim milletimiz uzun yıllardır, tarih diye ne yanlışlara inanıyor görelim: “Kızıl Sultan” yakıştırması, Ermeniler tarafından değil, bir Fransız Yazar, Albert Vandal tarafından, “Le Sultan Rouqe” - “Kızıl Sultan” adıyla yazılmış bir kitabın adıdır ve merhum Abdülhamid Han’ı kötüleyen bir zihniyetin ürünüdür. Ermeniler bundan sadece istifade etmişlerdir o kadar. II. Abdülhamid Hân’ı kötüleyen diğer düşmanları içinde meşhur olanlar ise şunlardır: İngiltere Başbakanı: Gladstone. Taktığı lâkap: “Büyük Katil”. Pierre Geillard: Fransız asıllı taktığı lâkap: “Bete Rouge” veya Pierre Kiyar. “Kızıl Hayvan” “Les Temps Noueaux” Gazetesinin taktığı lâkap: “Tigre Royal”- “En Vahşi Kaplan.” İşte Sultan II. Abd-ül-Hamid Hân’a bir takım kötü lâkaplar takanların hakiki çehresi!.. Taşnak, Hınçak Komiteleri değil, bizzat İstanbul’daki “Ermeni-Mekteplerinde” ders veren: Felsefe, Edebiyat Tarihi dersleri veriyor görüntüsü altında “Türk-düşmanlığı ve komitacılık” öğreten Fransız Pierre Kiyar, olmuş ve fakat ortada kala kala sadece “Ermeni Komitecileri kalmış” her daim onlardan söz edilmiştir ve de edilmekten geri kalınmamıştır!... Benim bir makalem neşredilir: (ERMENİ YAZAR .....) ama yıllardır trajı yüksek gazetelerden birisinde köşe yazarlığı yapan bir Musevi vatandaşımızın herhangi bir makalesine değinildiği zaman: “Musevi Yazar değil, .... Bey veya Bay” deyimleriyle hitap edilmektedir. Peki bu acaba neden olmaktadır veya nasıl bir sebepten dolayı böyle olmaktadır?... Ermeni mevzuunda pek ziyade hassasiyet gösteren ve aslında Ermenilere hemen hiç bir hak tanımayan Azerbaycan, Türkiye’yi dilediği mânâda kullanamayınca, “soydaşlığı unutup” Federal-Rusya ile görüşmelere girişerek, bir yerde bizlere ikaz eder tavır takınmasına rağmen, bizler hâlâ Ermenileri, sadece Ermenileri suçlayıp durmaktayız?!.. Bunun başlıca sebebi ise, sadece hamaset duygularla hareket edildiğinden bilhassa muhalefet partileri ile basınımızın büyük bölümünün adeta basiretsiz hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Daha yazacak çok şey var lâkin, lüzum görmemekteyim. Zira: “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davlu zurna az.” misâli bu uğursuz konuyu burada kesmekteyim. Değerli okuyucularım, yeni bir yazımda buluşabilmek dileğiyle, hepinize mutlu tatiller dilerim efendim. Önemli not: Bu makale: (8 Mayıs 2009 Cuma günü yazılmıştır.)