Küresel bir akıl tutulması mı?

Abone Ol

Son zamanlarda "Kürt Sorunu"na çözüm bulma bağlamındaki gelişmeler çerçevesinde, "İmralı'yla görüşmek" oldukça sık konuştuğumuz bir konu oldu. 

BDP'nin Meclis'e girmesinden sonra İmralı da, Abdullah Öcalan da gündemimizden hiç düşmedi. Başbakan'ın "Çözüm olacaksa İmralı'yla da görüşürüz" demesinin ardından, "Çözüm koşulları" dillendirilmeye başlandı. BDP Milletvekili Kışanak, artık dolaylı konuşmaktan da vazgeçti; dilinin altındaki baklayı çıkarıverdi: “Tek kişinin ağzından ülke yönetilmez. Dümdüz bir yolumuz var: Özerk Kürdistan." 

İmralı muhabbeti giderek koyulaşırken, Okyanus Ötesi'nden de bir katılım oldu. Milliyet'in Washington Temsilcisi Pınar Ersoy'un Obama ile yaptığı söyleşide hükümetin, 30 yıllık çatışmanın ardından, PKK ile müzakereye başlamış olması da gündeme gelmiş ve "ABD bu sürece katkıda bulunuyor mu ya da nasıl yardımcı olabilir?" diye sorulmuş. Obama'nın Milliyet'in Washington Temsilcisi Ersoy’un bu konudaki sorusuna verdiği cevabı çok dikkatli okumak gerekir. Çünkü Amerika, eskiden beri, Türkiye’yi ilgilendiren önemli gelişmelerin arefesinde, komuoyu oluşturabilmek adına, söylemek istediklerini Hürriyet, Milliyet gibi yüksek tirajlı gazetelerin Washington muhabirleri aracılığı ile duyurmayı alışkanlık haline getirmiştir. Yıllardır aynı şeyler yaşanır; önemli bir gelişme öncesinde, yüksek tirajlı gazetelerimizin Washington temsilcileri ya hatırı sayılır kişilerle bir röportaj fırsatı yakalarlar ya da bir rastlantı (!) sonucu önlerine çok önemli bir haber konusu çıkıverir. 

Bu tür, rastlantı olması pek de inandırıcı olmayan gelişmelere ilişkin röportajlar, haberler gazetelerimizin başşelerinde yayınlandığında, dikkatle okunur ve yazının içeriğinde Amerika'nın nasıl bir mesaj verdiğinin ipuçları aranırdı. Bu nedenle, büyük tirajlı gazetelerimizin Washington muhabirleri, "Amerikan Bülbülü" olarak anılırlardı.

“BİR TETİİNİN İTİRAFLARI” MI?

 'Günahları boyunlarına' diyeceğiz, ama bu tür rastlantıların kurmaca olabileceğini bizzat yaşayanlar söylemişlerdir. Mesela, Kuzey Irak Lideri Barzani'nin  Bağdat Hükümeti ile çatışğı, ülkenin kuzey parselinde bağımsız bir devlet gibi davrandığı ve Amerikan medyasında, Kuzey Irak'la birlikte Türkiye ve Suriye'den de koparılan topraklarla oluşturulmuş "Büyük Kürdistan" haritalarının çarşaf çarşaf yayınlandığı günlerde, Haber Türk'ün ağır toplarından Serdar Turgut, "Ben Bu Haritayı 20 Yıl Önce Görmüştüm" başlıklı bir yazı yazmıştı. Turgut, Washinton'da görevli olduğu yıllarda, CIA'nın koridorlarında dolaşırken, kapısı tesadüfen (!) aralık kalmış bir odada, bugün Irak Özerk Bölgesi Başkanı Mesut Barzani ve arkadaşlarını bir masa başında toplanmış olarak görmüştü. Önlerindeki Ortadoğu haritasında gösterilen “Büyük Kürdistan” Irak, Türkiye, Suriye ve İran'dan koparılan topraklar üzerinde kurulmuştu. Serdar Turgut yazısında, bu haritanın kendisine, rastlantı süsü verilerek bizzat Amerikalı yetkililer tarafından gösterildiğine inandığını anlatmıştı. “Bir tetikçinin itirafları” mı, bilemem..

Amerika, bu ‘medya üzerinden mesaj verme’ taktiklerinin artık deşifre olduğunu bildiği halde, uygulama aynen devam etmektedir. Medya, kamuoyu oluşturmada en etkili silahtır ve bütün dünyada yaygın olarak kullanılmaktadır. O nedenle, gazetelerin ‘bir gazetecilik başarısı’ olarak duyurduğu haberler, eskiden beri, "Bakalım ABD nasıl bir mesaj vermiş?" tadında okunmaktadır. 

O nedenle, Milliyet Washington Temsilcisi Pınar Ersoy’un Obama'yla yaptığı röportajı da bu kuşkuculukla okuyacağız. Bakalım, ABD başkanlık koltuğunda ikinci baharını yaşamakta olan Obama, Hükümetle İmralı/ PKK arasındaki görüşmeler konusunda neler diyor:  

   "Başbakan Erdoğan'ın Türkiye'nin  insanları için 30 yılı aşkın süredir bu kadar çok acı ve kedere neden olan bu kavgaya, barışçıl bir çözüm arama çabasını alkışlıyorum. 35 binden fazla kadın, erkek ve çocuk trajik bir şekilde PKK şiddetine kaybedildi. Yüz binlerce kişi evlerinden zorla ayrılmanın, sevdikleri birini kaybetmenin ya da sırf düşüncelerini açıkladıkları için hedef gösterilmenin travmasını yaşadı.

ABD uzun süredir PKK'ya karşı politik çabaları teşvik ettiyse de, aynı anda, Türkiye'nin kendini terörizmden koruma çabalarının sebatkar bir destekçisi oldu. Türk dostlarımıza ileri teknoloji ve en iyi uygulamalarımızın paylaşımı da dahil, çok önemli destek temin ettik ve buna devam edeceğiz. Ayrıca, Türkiye insanının güven içinde yaşaması adına, elimizdeki teknoloji ve imkanların tam kullanımı için fırsatlar aramaya devam edeceğiz.

Türk hükümetinin aldığı proaktif önlemlerin gerçek ilerleme sağlayabileceğine inanıyorum. Barışçıl bir çözüm yalnızca Türkiye'nin şiddetle hırpalanmış Güneydoğu bölgesinde yaşayan milyonlarca vatandaşın hayatlarını iyileştirmekle kalmayacak, aynı zamanda, tüm Türkiye halkı için gelecek jenerasyonlar boyunca güvenlik ve refah anlamına gelecek. Türk halkı, bu korkunç sayfayı çevirme ve yeni bir barış ve güvenlik sayfası açma arzusuna ABD'nin somut yollarla destek olmaya devam edeceğini bilmeli."

İMRALI” DERKEN, ASLINDA KİMİNLE GÖRÜŞÜYORUZ?

Sohbetlerimizde, İmralı görüşmelerinden söz açıldığında, İmralı derken aslında kiminle görüşüyoruz?” sorusunu sorduğumuzda, “Nasıl yani?” şeklinde bir tepki alır ve düşüncelerimizi özetlemeye çalışırdık: İmralı’daki birilerinin emanetiyse, o emanetle yapılan görüşmeler, emanetin sahibinden bağımsız düşünülemez.. 

İmralı kafesindeki Abdullah Öcalan, Amerika’nın emanetidir. Hatırlanacağı gibi, Öcalan Kenya’da, Yunan elçiliğinde ele geçirilmiş ve hava alanında bekleyen Türk uçağındaki bordo berelilere teslim edilmişti. Yine hatırlanacağı gibi, dönemin Başbakanı Ecevit, “Amerikalılar Öcalan’ı bize neden verdiler, anlayamadım” demişti. 

Amerikalıların Öcalan’ı neden bize emanet ettiklerini, ilerleyen zaman içinde, özellikle de İmralı görüşmeleri başladıktan sonra anlamaya başladık. Obama’nın Milliyet’te çıkan röportajında söyledikleriyle birleştirildiğinde, Öcalan’ın Türkiye’ye neden verildiği daha iyi anlaşılıyor olmalı..

 Öcalan, Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından yargılanmış ve 29 Haziran 1999'da yapılan son duruşmada suçu sabit görülerek idam cezasına çarptırılmış bir mahkum. Suçu, “Kurduğu silahlı örgütü PKK'yı, aldığı kararlar ve verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmağa matuf eylemleri gerçekleştirmek.” 

31 Mayıs 1999 tarihinde hapsedildiği İmralı adasında yargılanmasına başlanan Öcalan suçluluk savunması yapmış ve “PKK'yı kendisinin kurduğunu, örgütü sevk ve idare ettiğini, yakalandığı ana kadar örgütün kendisinin liderliği ve komutası altında faliyetlerini sürdürdüğünü” de itiraf etmişti. 

Abdullah Öcalan, oybirliği ile idama mahkûm edilmesi kararı,  Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından da onandı. Mahkemenin gerekçeli kararında, “Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ve içinde bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş olması ve ülke genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle” Türk Ceza Kanunu'nun 59. maddesinde düzenlenen cezai sorumluluğu kaldıran veya azaltan nedenlerden yararlandırılmasının uygun görülmediği açıklandı.Mahkemenin verdiği idam kararı, Yargıtay tarafından 25 Kasım 1999 tarihinde onandı, fakat idam cezası yerine getirilmedi; Öcalan, AB uyum yasaları ile idam cezası kaldırıldığı için İmralı Cezaevi’nde hapis yatmaktadır.

AKIL TUTULMASI MI YAŞIYORUZ?

Küresel konjonktür nedeniyle, “Akıl tutulması mı yaşıyoruz?” dedirten süreç yaşamaktayız.  “İmralı” dediğimiz “makam”, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin, “Kurduğu silahlı örgütü PKK'yı, aldığı kararlar ve verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmağa matuf eylemleri gerçekleştirmek” gerekçesiyle idamla cezalandırdığı bir mahkum.

Bu durumda, devletin İmralı’yla görüşmesi, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin verdiği ve Yargıtay’ın onayladığı mahkumiyet kararıyla çelişmiyor mu?

Sormakta haklıyız, çünkü yaşamakta olduğumuz küreselleşme sürecinde ülkeler, içeriğini pek onaylamadıkları dayatmalara da “evet” demek zorunda kalabiliyorlar ve geleceklerini ipotek altına sokmuş olabiliyorlar. Fatih Altaylı, 7 Temmuz tarihli ve “Hepimizin malına her an el konulabilir” başlıklı yazısında, Meclis’te onaylanan terörün finansmanını engellemeyi amaçlayan yasa için, “Bu yasa birkaç yönden çok tehlikeli” diyordu, “Bir Batı ülkesi, söz gelimi ABD, hoşuna gitmeyen birileri için, ‘Bu adam terörist’ veya ‘Bu şirketin terör bağlantısı var’ diyecek. ‘Hoop’ adamın veya şirketin bütün mal varlığına el konulacak, dondurulacak” diyordu:  

Yargısız, sorgusuz sualsiz.

‘Olur mu?’ demeyin. Olur. Olur da değil; oldu.”

Fatih Altaylı, ABD’nin bastırması ve BM’nin onaylamasıyla, Suudi işadamı Yasin El Kadı’nın “terör finansörü” ilan edilmesinin ardından yaşadıklarını, servetini nasıl kaybettiğini anlattıktan sonra, “ABD’nin yarın yeni Yasin El Kadı’lar icat etmeyeceği ne malum?” diye soruyordu. 

Altaylı, bu yasanın iç tehlikelerine işaret ederken de, “Yandınız” diyor, “Yüzde yüz yasal bir vakfa yardım ettiniz ve bu vakıf Güneydoğu Anadolu’da fakir fukaraya da iş, aş, eğitim sağlıyor.. Yandınız.” 

Diyelim ki, bu vakfın yardım ettiği kişiler arasında PKK’ya yakın birileri var. 

Diyelim ki, bu ortaya çıktı.

Aldınız mı başınıza belayı. Teröre finansman sağladığınız için servetinize anında el konulur.”

“… Malumunuz, bizde terör tanımı hayli muğlak, hayli geniş.

Genelkurmay Başkanı bile terörist ilan edilirken, yarın öbür gün o komutan döneminde TSK’yla ilgili bir vakfa yardım ettiğiniz için servetinize el koulmayacağının garantisi mi var? 

Üstelik yargı kararı bile gerekmezken.

Emin olun bu yasa beni çok ürkütüyor. 

Hem içerde, hem dışarda.”

Eski CIA Başkanı Org. Davit Patreus, Türkiye’yi ziyaretinde, Fatih Altaylı’nın “beni çok ürkütüyor” dediği bu yasanın bir an önce çıkarılmasını istemişti. 

MHP’li Murat Başesgioğlu’na göre, BM sözleşmesi açısından bakıldığında, bir ülkede silahlı mücadele yürüten örgütler bu yasanın kapsamına girmediğinden, PKK’yı kapsamıyor, ama bir bilim adamı ya da bir sade vatandaş yasanın kapsama alanı içinde..

Prof. Dr. Adem Sözüer, “Bu sözleşme ile sadece hükümet değil, Türkiye Cumhuriyeti tehlikeye itiliyor. Ben o listeye girdiğimde bütün mal varlığıma el konulabilir. Türkiye’deki tüm gerçek ve tüzel kişilerle ilgili uygulanabilir” diyor. 

Bundan böyle attığımız her adımda, hepimiz, “Acaba fincancı katırlarını ürkütür müyüm?” sorgulaması içinde olacağız. 

Küreselleşme rüzgarlarının etkisiyle, gerçekten, “Akıl tutulması mı yaşıyoruz?” dedirten çok sancılı süreç yaşamaktayız. 

Bu sürecin duası da şu olmalı, bence: Allah görünmez kazalardan, belalardan korusun.