Sabah evlerinden mü’min olarak çıktıkları halde akşam evlerine nasıl kâfir olarak dönerler?
Mü’min, imanını izâle edip kendisini küfre götüren herhangi bir sıfat’la muttasıf olursa, işte o zaman kâfir olur ya da sabah’ları evinden çıkan kâfir iken, İslâm’ı benimser, iman sıfatıyla muttasıf olursa, (O’na ne mutlu) ki, akşam evine hidâyete ermiş olarak döner.
- İman ve küfür birer kalıptır; Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet-i Kerime’de “Onlar ki, iman ettiler” veya “Onlar ki, küfrettiler,” diye geçer. Dolayısiyle doğrudan doğruya, “şunlar mü’mindir, şunlar da kâfirdir,” denilemez. “Bu şu sıfatlarla muttasıf olanlar, mü’min, şu bu sıfatlarla muttasıf olanlar da kâfirdir,” denilir.
- Fıkhî mes’eleler’de Ferâiz İlminde, (şahıs ve aile hukuku diyebiliriz.)
Müşahhas olmayan i’tibârî isimler ortaya konulur, arabî tedrisat’da da böyledir. Kolayca anlaşılsın diye bir fiil ortaya konulduğunda, fâil olarak “Zeyd” mef’ul olarak da “Amr” denilir. Zeyd amr’ı döver, zeyd amr’a yardım eder vb.
Fetevâ, (fetvâ) kitaplarında da ta’kip edilen metod budur.
Falanca şunu yazmış, falanca da şöyle söylemiş, gibi muayyen-müşahhas bir şahsı değil, afâkî (nesnel) i’tibârî, muhayyel bir şahsa izâfe edilen fiil ve davranışlar hakkında sual edilir. Cevap ve verilen fetvâ da bu muhayyel, i’tibârî şahıslar için verilir.
Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de, Nûr Sûresi, 31. âyet’de, Ahzâb Sûresi, 59. âyet-i Kerime’lerinde, Hanım’ların başlarını örtmeleriyle alakalı olarak kesin ve sarih dellillerdir. Yâni, Edille-i Şer’iyye’den, Kitap ile sâbittir.
Bu husustaki Hadis-i Şerifler, rivâyet bakımından tevâtür derecesine ulaşmamış olsa bile, ma’na itibariyle tevâtür derecesindedir.
Âişe Validemiz radiyallahu anhâ, “Bu Kureyş kadınları ne kadar hayırlı kadınlardır ki, tesettürle alakalı âyet-i Kerime’ler nâzil olduğunda, başlarına örtebilecekleri herhangi bir örtü bulunmadığı için, siyah eteklerinden bir bölümünü kestiler ve hemen başlarını örttüler. Ve bu kadınlar bu halleriyle adetâ, simsiyah kargalara benziyorlardı.” buyurmuştur.
Kureyş Hanımlarının ve Medine’de meskûn diğer Müslüman hanımların bu hallerini Medine’de, neredeyse görmeyen kalmamıştı. Dolayısiyle ma’na i’tibariyle bu rivâyet tevâtür derecesindedir.
Öyleyse soralım ve cevabını verelim. “Zeyd, Kur’ân-ı Kerim’de, kat’î delil ile, sarahaten farz kılınan ve ma’nâ i’tibariyle de neredeyse tevâtüren rivâyet edilen hadislerle de sâbit olan başörtüsüne, “Usûl-ü Din’den değildir,” derse, İslâm İ’tikadı açısından Zeyd’in durumu nedir?
- Elcevap! Kat’î Âyet-i Kerime ve Hadis-i Şerif’lerle, yânî, Şer’î delillerden kitap ve sünnet’le sâbit olan bir farzı inkâr eden zeyd kâfir olur.
- Zeyd, yıllarca, Cevâmî ve Mesâcid’de, İslâm’da tesettür’ün farz olduğunu, bu farz’a uymayan Müslüman hanımların başlarını açık tuttukları her saniyesinde birer Mürtekibe-i Kebîr’e durumunda olduklarını, (Yâni, başlarını açık tuttukları her saniye birer büyük günahı irtikâb ettikleri (işlediklerini) söylese...
Ayrıca, hiçbir gerekçenin bu farzı hafifletmeyeceğini, tahsilin, üniversitelere devam mecburiyetinin aslâ ma’zeret teşkil etmeyeceğini de defa’atle söylediği halde,
Daha sonraları, güçlü’nün, kuvvetli’nin, devletlû’nun yanında yer alır ve “Başörtüsü, İslâm’da usûl’den değildir, fürûat’dandır, kızlarımız tahsillerine ve üniversite eğitimlerine devam edebilmek için başlarını açabilirler, hiç bir mahzuru yoktur derse!
Elcevap: Zeyd, yine kat’î delillerle sâbit olan bir farzı inkâr, en azından tahfif (hafife) etmek (hafife almak) fiilini irtikâp ettiği için “Neuz-ü Billâh!” kâfir olur. Zirâ, kat’î olarak farz kılınan veya haram kılınan bir hususta inkâr küfür olduğu gibi, hafife almak, istihza etmek (alay) de küfürdür. Ayrıca, daha önceleri, yıllarca ve def’aâtle, cami kürsü’lerinde haram olduğunu, irtikâb edenlerin çok büyük günahlar işlediklerini söylediğiniz bir hususta “füruattandır” demek, hem yaman bir takiyye’dir, hem de “Allah’ın âyet’lerini az bir para (küçük menfaat karşılığı) satmaktır,” ki bu da küfrü mûcip olan, Allah’ın âyetlerini az bir para küçük bir menfaat karşılığı satmak, ancak Hıristiyanların ve Yahûdî’lerin işidir.
- Zeyd, “Ben, her Perşembe akşamları, yâni Cum’a geceleri, Resûlüllah Efendimizle görüşürüm, bütün işlerimi O’nun ta’limatıyla hayata geçiririm,” dese!
Ya da, “Resûlüllah Efendimiz falanca mekân’da yaptığımız toplantıda hazır bulundular,” dese! Ya da, birileri kendisine bir şeyler sorduğunda veya birilerini istemedikleri veya öyle göründükleri bir yerlere, gönderebilmek için, onları ikna bakımından, “Ben Resûlüllah ile görüştüm, sizlerin oralara gitmenizden memnun oldular, sizi cennetle ve şefaatle tebşir ettiler,” dese ne olur?!
Böylesine bir suâle esaslı bir cevap vermeden önce, ba’zı şeyleri aktarmakta fayda mülahaza etmekteyim.
Şöyle ki: Meşhûr Ruhiyatçılarımızdan, Merhûm Prof. Dr. Ayhan Songar Bey anlatırdı. Kendileri, genç bir doktor ve asistan iken, Bakırköyü Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesinde çalışırken, Hastahanenin Kurucusu, Meşhûr Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman’ın asistanı iken, hastahanede kalmakta olan hastalardan birisi, kendisini Peygamber olarak ilân etmiş, fakat her yıl velâdet gününde, (Rebîu’l-Evvel ayının 12. gecesinde) hekimlerden, hastahane personelinden para toplar mevlid okuturmuş. Ayhan Bey, kendisine, “Sen hem Peygamber olduğunu iddia ediyorsun, hem de Peygamber’imiz sallallahu aleyhi ve sellem için mevlid okutuyorsun”, dediğinde ise, “Hoca, sen de haklısın,” der geçiştirirmiş... Yıllar sonra, Ayhan Hoca hastahaneden ayrılır, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin Psikiyatri Bölümünü kurar ve İstanbul, Lâleli’de bir muayenehane açar. Muayenehane’de hastalarını beklerken, yıllar önce, Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastanesinden tanıdığı o zât çıkagelir.
Hoş-peş’ten sonra, “Aaah! Doktor Bey, ben yıllarca kendimi Peygamber sanmışım,” diyor. Ayhan Bey, “Aaah! Çok şükür, Allah kendisine şifa ihsan etmiş ne güzel,” diye içinden geçirirken, hasta devam etmiş, “Meğer, aslında ben Allah imişim de yıllarca kendimi Peygamber zannetmişim,” diye tamamlamış, şifa bulmak şöyle dursun, yıllar içinde hastalık maalesef artmış...
Yazdığı risâleler’de, Allah ile konuştuğunu, bilâ vasıta Allah’ın kelamına muhatap olduğunu iddia eden birisinin ta’kipçisi olan bir zât’ın, Peygamberle buluştuğunu, Peygamber’le konuştuğunu söylemesini bu şartlarda normal karşılamak gerekiyor.
Sorulan suale cevaba gelince:
- Elcevap: Bakılır, bunu söyleyen zeyd, öncelikle tam teşekküllü, bir Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastahanesi’ne sevk edilir.
Aklî melekesi yerinde ise, verilecek fetva ve hüküm başkadır. Aklî melekesi bulunmuyorsa verilecek fetvâ ve hüküm başkadır.
Aklî melekesi yerinde değilse herhangi bir hüküm ittihazına mesağ yoktur.
Çünkü, akıl, Medar-ı Teklif’tir; Aklı olmayanlar, iman ile Efâl-i İbâd (kulların fiilleri) ki, farz, vacip, sünnet, mendup, müstehap, haram, müfsid, mekruh ve müstekreh gibi fiillerle mükellef değildir.
“Lâ Dîne Limen lâ Akla Leh,” (Aklı olmayanların dinleri de yoktur.)
Aklî melekesi yerinde ise, verilecek hükmün tafsilatı gelecek hafta...