Kişibaşına düşen gelirimizin artması için tek gereken, milli gelirimizin artması.
Diğer bir ifade ile; efendi-köle ilişkisinin kalmadığını ispat edebilecek yegâne delil, kişibaşı milli gelirimizin olabildiğince eşit dağılmasıdır.
Kölelik mi kaldı? diyenleri duyar gibiyim; halklar, eşit yada yakın koşullarla yaşama fırsatları bulamıyorsa, çok kazanan ve az kazanan diye ayrıldıysak bir de statülerimiz varsa, evet kaldı diyebiliriz. Sadece adına “köle” denmiyor, isim değişti.
Bugün malesef tüm dünya halklarının “gelir dağılımı” eşit dağılmıyor.
2013 yılında Türkiye nüfusunun, geliri en zayıf olan %10’luk kesimi, milli gelirden sadece %2,3 pay aldı. Geliri en fazla olan %10’luk kesim ise milli gelirden %31,3 oranında pay almaktadır.
14 kat fazla...
Geliri en zayıf olan %1’lik kesim ile geliri en fazla olan %1’lik kesimin yüzdesini siz düşünün...
2006 yılında Türkiye nüfusunun; %44’ünün gelirleri ücret ve maaş’tan, %18’i emekli ücretleri ve sosyal yardımlardan, kalan ise kendi işini yapan işveren ve üretimciden oluşuyordu.
2013 yılında ise nüfusun; %52’sinin gelirleri ücret ve maaş’tan, %20’si emekli ücretleri ve sosyal yardımlardan, kalan oranda da işverenimiz mevcut.
Geçmiş yıllar ile kıyasladığımızda özellikle sosyal yardım alanların ve ücretli çalışanların oranında artış olduğunu görüyoruz.
Üretime yön veren, girişimcilerin nüfusun azalması ise geleceğimizden kaygılanmamızı sağlayan bir veri.
“Geçmişini bilmeyenin, geleceği olmaz.” diyerek, bu duruma biraz da yakın tarihimizden bakalım.
1860’lı yıllarda Osmanlı ekonomisinin verilerini incelediğimizde de aynı bugünkü gibi ithalatın daha fazla tercih edildiğini, Avrupa ile yapılan serbest ticaret anlaşmalarını, ithalattaki düşük vergileri, kısacası batı ekonomisine fayda için eğilimi ve Avrupa markalarına büyük ilgiyi görüyoruz.
Ve en nihayetinde sanayimizin, yani üretimimizin tam tabiri ile “mahvolduğunu” görüyoruz.
Bu ekonomik daralma ile güç kaybı yaşanmışken, birde Türk’lerin askerliği ifa etmesi sırasında, hristiyan yurtdaşların ticaret hacmi artması, çalışma alanların verimli bölümlerinin kapılması ile yaşam koşulları iyice güçleşmişti.
Ticaret’in gücü el değiştirmişti, tabii ki bir çeşit özelleştirme değildi! ama Türk’lerin savaşması sebebiyle ticarette var olamadılar. Ve tabii ki gelir eşitsizliği oluştu, Türk halkının borçları arttı, yaşam daha da güçleşti.
En sonunda balkanlarda ayaklanma başladı.
Bu yılları takip eden dönemde de bildiğiniz gibi 1 nci meşrutiyet, sonrasında 2 nci meşrutiyet ilan edildi.
İlan edilen meşrutiyetler sayesinde meclis ve siyasetle tanıştık.
“Yeni” Osmanlı dönemi başlamıştı.
Padişahın yetkileri iyice daralmış ve kararlar meclis tarafından oylanarak alınıyordu.
“Yeni” Osmanlı döneminde meclis tarafından alınan, tarihin akışını değiştiren, önemli kararlardan biri de 1914 yılında yapıldı. İttihad ve Terakki partisi, Filistin’de “İsrail devletinin” oluşmamasına yönelik önlemleri kaldırdı. Artık İsrail’liler, Filistin’den mülk ve toprak alabiliyordu.
Bir anlamda İsrail devletinin temelleri atıldı.
Tarih sayfalarına ise; medyayı, yayıncılığı, görsel ve kalem gücünü elinde bulundurun para sahibi İsrail’in, Filistin’de kurulmasını reddeden, Doğu Anadolu’daki azınlık ayaklanmaları durduran Sultan II. Abdulhamid’e “Kızıl Sultan”, İttihad ve Terakki partisi ise “demokratlar” olarak geçti.
Aslında her bir “yeni” takısı; bizden, dinimizden, aslında tüm dünyadan çok şeyler götürmüş.
Bugün’e tekrar bakalım; “yaşam koşulları iyileşme göstergesi’ne” göre 2013 yılında hane halkının %65’i borçlu.
Bu %65’in, %26’sı borçlarını ödeyemiyor, %34’ü ise kısmen ve zor koşullarda ödeyebiliyor, sadece kalan %5 borcunu döndürebiliyor.
Borçları ödeyebilmek için tüm aile çalışmak durumunda, aile kavramı da artık çok değişti.
Özellikle Metropollerde; kadınlarımız da sanayide çalışmaya başladı. Kapitalist düzenin parçası oldu.
Çocukları, anneanneler-babaanneler büyütmeye başladı, onlar çocuklara kıyamadı, anne-baba az gördüğü için onlar da kıyamadı, her isteği yapıldı, tüketim olabildiğince hızlandı. Ama saygı yavaşladı.
Toplumumuzun temeli, Türk ailesinin yapısı artık çok farklı.
Küçük bir latife de yanakları kızaran, utanan, toprak gibi naif çocuklarımız değişti. Yanında kim olduğunu umursamadan ağır espiriler yapan, ağzı bozuk, sözde özgüvenli ama saygısız bir nesil doğdu.