1970’li yıllarda, İstanbul’daki bir sohbetimizde…cemaat içerisinde mahallî kıyafetleriyle oturan ve dersi çok dikkatli bir şekilde dinleyen üç tane de Arap âlimi vardı. Bunlar, Bağdat’tan İstanbul’a seyahate gelmişlerdi. Ders esnasında şu bölümü okuduk: “İşte ey ehl - i Kur’an olan şu vatanın evlâdları! Altıyüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’an -ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’an’a ve İslâmiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümatı def’ettiniz, ta, ‘Ye’tillahü bikavmin yuhibbuhüm ve yuhibbunehu ezilletün a’le’l-mü’minîne eizzetün a’le’l-kâfirîne yücahidune fi sebîlillahi…’ (Maide: 54) (Mealen: Allah kendisinin onları sevdiği onların da kendisini sevdiği; müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cihad eden bir topluluk getirir…) Âyetine güzel bir mâsadak (muhâtap) oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve firenk – meşreb münafıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki (Ey iman edenler! İçinizden kim dininden geri döner -irtidat eder-se,) hitab(ın)a mâsadak (ve hedef) olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!” X Dersten sonra o Arap âlimlerinden birisi elini kaldırdı ve güzel bir Türkçe ile, “Dinlediğim bu ders beni konuşmaya mecbur bıraktı. Müsaade ederseniz bir şey söylemek istiyorum” dedi ve şunları anlattı: “Bizim ilkokul kitaplarımızda şöyle bir hikâye anlatılır: Annesini kaybeden bir aslan yavrusu koyunların arasına girmiş ve koyunların sütünü emerek büyümüş. Zamanla kendini koyun zannetmiş. Bir gün koyunlardan birisi aslana şöyle demiş: ‘Sen bizim cinsimizden değilsin. Sen aslansın, biz koyunuz. Sen bu dağların kralısın. Son zamanlarda bu dağlarda çakalların, ayıların sesleri fazla yükselmeye başladı, bizi rahatsız ediyorlar. Bir kükresen de bizi bunlardan kurtarsan’ demiş. Fakat aslan bunu kabul etmeyerek, ‘Ben de sizin gibi koyunum’ demiş. Koyunun günlerce ısrarına rağmen aslan, aslan olduğunu bir türlü kabul etmemiş. Nihayet bir gün koyun, aslanı alıp bir su birikintisine götürmüş. ‘İkimizin de sudaki akislerine iyice bakalım. Senin yelelerin var, benim yok. Söyle bakalım ikimiz de aynı mıyız?’ diye sormuş. Aslan, ‘Hayır değiliz’ demiş. Sonra koyun, ‘ Senin pençelerin var, bizim yok, senin dişlerinle bizim dişlerimiz bir değil. Hatta senin sesinle bizim seslerimiz bile farklı. İstersen bir ben meleyeyim, bir de sen kükre’ demiş ve önce koyun cılız bir sesle melemiş, arkasından aslan bütün heybet ve dehşetiyle kükremiş. Aslanın bu kükremesini duyan çakallar yuvalarına, tilkiler deliklerine, ayılar inlerine kaçışmışlar.” Sonra elini dizine vurarak, “Hocam” dedi, “Biz şimdi size koyun olmadığınızı hayırlısı ile bir anlatabilsek!” (Mehmed Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, Üçüncü Baskı: Aralık, 2007, s. 204-205) X Bu, çok düşündürücü alıntı o kadar açık ki, yoruma hacet bırakmıyor. Türkiye’nin gücünü dünya âlem biliyor ve ona göre tedbirini alıyor ve bizi içten öyle meşgul ediyorlar ki, âdeta etrafımızda olup bitenlere bakıp ne oluyor yahu dememize fırsat vermiyorlar. Uyuyan aslanın uyanmasını asla istemiyorlar. Fakat bilmiyor ve akıl edemiyorlar ki, Midhat Cemal Kuntay’ın dediği, hayır hayır bütün dünyaya haykırarak aslanlar gibi kükrediği misillü: 3128 “Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hattâ Çekmez kürenin sırtı, bu tabut - u cesîmi!” X “Mehmed Âkif de…istikbalde bir nûr geleceğini hissetmiş ve onun gelmesini şu mısralar ile Cenab-ı Haktan niyaz etmiştir: ‘O nûru gönder İlahî, asırlar oldu yeter, Bunaldı milletin âfâkı, bir sabâh ister.’ “ (a.g.e. s: 120-121) X Yine, milletin o perîşan hâline ciğeri yanan koca Âkif: “Yetmez mi mûsab olduğumuz bunca devâhî? Ağzım kurusun, yok musun ey adl-i İlahî?” Beytiyle, bir anlık yeis ve infialinden rücu ederek; aslında, bizlere istikbalin nûrlu ufuklarını müjdelemiştir. X Ben de diyorum ki: Koyun olmadığımızı ahh bir anlasak, Mâzîye inmeyi kim etti bize yasak?