TV çekim ekibi halkın arasında röportaj yapıyordu.  Meraklı gözlerle kameraya bakan vatandaşa sordu; “ Kıbrıs nerededir?” Vatandaş ıkındı, sıkındı sonra cevap verdi. “ Valla, Asya mı desem, yoksa Afrika mı, belki de Karadeniz’dedir.”

Yeni mezun olmuş genç bir mühendise TV’daki bilgi yarışmasında soruldu. “İki noktadan kaç doğru geçer ? ”. Dört seçenekli bu soru karşısında genç mühendis düşündü, taşındı sonra, “joker hakkımı kullanabilir miyim” dedi. 

Merkez Orduevi’ndeki bir toplantıda Kore Gazisi O.Yaşar EKEN Ağabeyle birlikte sohbet ediyorduk. EDOK’ta görevli olduklarını söyleyen iki albay  yanımıza geldi. Sohbet Kore Savaşı’na odaklandı. Bir ara albaylardan biri sordu. “Kore Savaşı ne zaman olmuştu ?”

Yukarıda  üç değişik kesimden verdiğimiz örnekler toplumun eğitsel ve kültürel açılardan ne durumda olduğunun açık bir göstergesidir. Büyük çabalar ve araştırmalar sonunda benimsenen Türk eğitim sistemiyle yaz-boz tahtası gibi  oynanmasının bir sonucudur bu. Çünkü, 1947’lerden başlayarak önce Köy Enstitülerine karşı sergilenen düşmanlığın temelinde başta emperyalizm olmak üzere ağaların ve siyasilerin istekleri yatıyordu.. Cahilleri gütmek kolaydır, onları okutup ta yerimizden, yurdumuzdan mı olacağız diyorlardı. (Ekte, Sebahattin ÇILBIR imzalı, Köy Enstitüleri  Neden Kapatıldı başlıklı yazıda , TBMM Eski Başkanlarından Kinyas KARTAL’ın “ Bu okulları ben kapattırdım” itirafı anlatılıyor.)

Dün ülkemizde bir  halk oylaması yapıldı. 80 milyonluk bir ulusun yarısı evet, yarısı hayır dedi. Bazı siyasilerin dillerine yapışan “beka” sözcüğü  ile güya ülkenin gelecek güvencesi sağlanacak, üretim artarak ekonomi düzelecek, terör ve işsizlik gibi sorunlar bitecek Türkiye uçacaktı. Oysa gerçek hiç de böyle değildi. 95 yıllık sistem, bazılarına göre rejim değişiyordu. Mevcut Anayasa’nın 18 maddesinin değişeceği söyleniyordu ama, aslında bu maddeler arasına gizlenmiş 70 madde değişiyordu. Propaganda süresince devletin her türlü olanağını kullanan iktidar sözcüleri bu maddelerin içeriği hakkında, ne getirip götüreceği konusunda halkı bilgilendirmiyorlar, hatta TBMM’deki görüşmeler sırasında Meclis TV’yi bile karartıyorlardı.  Halk bilse ne olacaktı, zaten yüzde elli, yüzde elli iki  kampa ayrılmıştı. Biat daha önemliydi. 

Dindarlar, dindar olmayanlar, laikler ve karşıtları v.b. söylemlerle ayrıştırılan halka, bilim yerine, matematik, fizik, kimya yerine din derslerinin önemi vurgulanıyordu. Bu ortamda evetçilerin de, hayırcıların da bir çoğunun bu Anayasa değişikliği içindeki maddelerin ne olduğu sorusuna cevap veremeyecekleri biliniyordu. Hatta  yukarıda yer alan örneklerdeki gibi  “Anayasa nedir” şeklindeki bir sorunun bile cevapsız kalacağı olasılığı vardı. İşte bu yüzden halkın büyük bir kısmı bu bilgilerden yoksun olarak oylarını kullandı. 

Büyük Önder ATATÜRK, daha İstiklal Savaşı sürerken MEHMETÇİK’in özü olan TÜRK KÖYLÜSÜ’nü “MİLLETİN EFENDİSİ“ olarak görmüş, yüzyıllardır emeğini ve hakkını yiyip, kemiklerini dünyanın dört bucağına bıraktığımız köylünün aydınlanmasını ve çağdaş bir dünya görüşüne kavuşmasını arzulamıştı. Mevcut eğitim sisteminin yetersizliğini gören ATATÜRK, bunun için bazı batılı bilginlerden görüş istedi. Bunlardan John DEWEY, açılacak okulların batı okullarına benzemesi yerine, Türkiye gerçeklerine uyması gerektiğini belirtti. Bunun üzerine ATATÜRK, aralarında İsmail Hakkı TONGUÇ’un da bulunduğu eğitimcileri köy gerçeklerini inceleyip bir rapor hazırlamakla görevlendirdi. Bir süre sonra Büyük Önder’e sunulan raporda aşağıdaki üç tespit önemle vurgulanıyordu.

Köylere atanan öğretmenler koşullara dayanamayıp köyü terk etmiş, ya da imamın, ağanın emrine girmiş.

Köy okullarında sadece okuma-yazma öğrenen köylü, dört-beş yıl sonra bunu bile unutmuş.

Terhis olan erbaşlar asker ocağında öğrendikleri okuma – yazmayı çevrelerine öğretmeye çalışmış.  

Bu tespitler, batı örneklerini taklit eden ve sadece okuma – yazma öğreten okullar yerine, gerçeklere ve gözlemlere dayanan, çağdaş bilimi öngören bize özgü bir eğitim modelinin gereğini ortaya koyuyordu. Ayrıca yüzde yetmiş beşi köylü olan bir toplumun bu eğitim sistemiyle aynı zamanda üretime katılmasının da yolları aranmalıydı.

ATATÜRK ve İsmet İNÖNÜ’yü konuya odaklayan bu durum tespiti sonucunda önce Eskişehir’de sonra İzmir Kızılçullu’da açılan eğitmen kursları Köy Enstitüleri’nin ilk dayanağı oldu. Sonra ard arda yurdun dört bir tarafında hızla 21 Köy Enstitüsü açıldı. Akçadağ, Aksu, Akpınar, Arifiye, Beşikdüzü, Cilavuz, Çifteler, Düziçi, Gölköy, Gönen, Hasanoğlan, İvriz, Kızılçullu, Kepirtepe, Savaştepe, Pamukpınar, Pazarören, Pulur, Dicle, Ortaklar Köy Enstitüleri’nde 5 yıllık köy okullarını bitiren köy çocukları, 5 yıllık bir eğitime tabi tutuluyorlardı. 17 Nisan 1940’ta açılan bu okullardan 1947’ye kadar 18 bin 839 öğretmen, 8 bin 675 eğitmen ve 1599 sağlık memuru mezun oldu.

KENDİ OKULLARINI KENDİLERİ YAPAN bu gençler ile çağdaş yöntemlerle bilim, sanat, tarım, teknik ve sağlık alanlarında ADAM GİBİ ADAMLAR yetiştiren bu okullar bir süre sonra, içerden ve dışardan tutucuların, bağnazların, yobazların ve hainlerin hedefi haline geldi. Öğrencilerin karıştığı basit ve sıradan bazı küçük olaylar bahane edildi. Reşat Şemsettin SİRER’ in eğitim bakanlığı sırasında kanunla yasaklanmış ideolojik bir teşkilat, ahlak kurallarına ve geleneklere aykırı davranışların merkezi olmakla suçlanan bu okullarda, Tevfik İLERİ  bakan iken 1951 yılında karma eğitime son verildi. Daha sonra 1954’te 6234 sayılı kanunla kapatılan Köy Enstitüleri, İlköğretmen Okulu’na dönüştürüldü.

Köy Enstitüleri’nde yetişen, çeşitli bilgi ve becerilerle donatılan gençler, köylerine döndüklerinde hemen uygulamaya geçiyor, köy ve kasabalarında uygarlık yaratıyorlardı. Türkiye’nin fotoğrafı değişiyor, çağdaşlık çıtası yükseliyordu.

Ulusal Kurtuluş Savaşı sona erdiği zaman genç Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içindeki 39 vilayet ve sancakta 1764 ilkokul ve bunlarda görevli 677’si kadın, 2384’ü erkek olmak üzere 3061 öğretmen vardı. İstanbul’un vazgeçemediği gösterişli ve görkemli yaşantı uğruna, asırlardır cepheden cepheye sürülen Anadolu insanı, bilinçli olarak hem yoksul, hem de cahil bırakılmıştı.

Büyük Önder’in 8 Ağustos 1928 gecesi Sarayburnu’nda kara tahtanın başına geçerek, “Şimdi sözden çok iş zamanıdır. Yeni Türk Harfleri çabucak öğrenilmelidir. Yurttaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu yurtseverlik ödevi biliniz“ diyerek başlattığı seferberlik, adeta bu duruma bir başkaldırıdır.

O, adım adım Anadolu’yu dolaşarak yeni Türk ABECE ’sini ulusuna bizzat öğreten bir başöğretmen olmuş, O’nun buyruğuyla 1 Ocak 1929’ da açılan ULUS OKULLARI’ndan 7 yılda 2 milyon 546 bin yurttaş diploma almış, 1932’de açılan HALKEVLERİ’nde ise 8 yıl içinde 10 milyon 73 bin yurttaş okuma yazma öğrenmiştir.

Ne yazık ki; ATATÜRK’ün ve arkadaşlarının büyük uğraşlarına karşın, yaygın ve örgün eğitimin temeli olan yazı devrimi ve bu devrimden beklenen sonuçlar, çok partili dönemin bağnaz politikacılarının kurbanı olmuştur. Bunların başında da KÖY ENSTİTÜLERİ gelmektedir 

MİLLİ DEĞİL, ŞAHSİ EĞİTİM BAKANLARI

Ne acıdır! 1924 yılında ATATÜRK’ün çabalarıyla yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat (eğitimin birleştirilmesi ) Kanunu, 25 yıl sonra sulandırılmış ve Türk Milli Eğitim Sistemi  adeta bir yaz – boz tahtasına döndürülmüştür. Kimi Milli Eğitim Bakanları, kendi ideoloji ve görüşlerine göre, ya da mensup oldukları inançlara göre sistemle oynamışlardır. Gün gelmiştir, jet öğretmen, 6 aylık öğretmen gibi uyduruk uygulamalar sahnelenmiştir. Gün gelmiştir, 50’li yıllarda U – 2 denilen ( ABD’nin casus jet uçağı ) BARIŞ GÖNÜLLÜSÜ  Amerikan gençlerine Anadolu’nun en ücra köşelerinde öğretmenlik yaptırılmıştır.     

Cumhuriyetin ilk yıllarında ATATÜRK’ün kapattığı yurdun her köşesinde faaliyet gösteren, aslında birer misyonerlik karargahı olan 400’ ü aşkın yabancı okulun yerine günümüzde Türkiye gerçeklerini dışlayan, yabancı dille eğitim veren okullar, kolejler, paralı yüksek okullar hatta üniversiteler açılmıştır.

Ve yine ne acıdır! Cumhuriyet’in 94. yılında okuma – yazma bilmeyen yurttaş sayısı önemli bir orandadır. Hala, “Okuma–Yazma Seferberlikleri, Haydi Kızlar Okula Kampanyaları “ gündeme getirilmektedir.

Köy Enstitüleri’nin canına kıyılmasaydı, bütün bu olumsuzluklar yaşanmayacak, Türkiye bugünkü konumundan çok daha yükseklerde olacaktı.

Köy Enstitüleri yaşatılsaydı, ne ütopyadan öteye geçmeyen  KÖYKENT düşüncesi akla gelecek, ne de ulaşım, sağlık, güvenlik, işsizlik, gecekondu, çevre, üretim ve ekonomik sorunlar bu boyutta olacaktı.

Dünyanın büyük ekonomik krizler yaşadığı, ulusların birbirini boğazladığı dönemlerde Türkiye’yi aydınlığa ve uygarlığa taşıyacak olan bu büyük projeyi hayata geçiren başta ATATÜRK ve İsmet İNÖNÜ olmak üzere İsmail Hakkı TONGUÇ ve  Hasan Ali YÜCEL ile diğer eğitimcileri, Köy Enstitüleri’nden yetişen nice öğretmenlerimizi ve engelliler için özel eğitimin mimarlarından olan değerli hocam, merhum  Prof. Dr. Yahya ÖZSOY’u 77’nci kuruluş yılında saygıyla anıyorum. 

Sebahattin Çılbır  (Toprağın Çocukları  8 Kasım 2013)

KÖY ENSTİTÜLERİ NEDEN KAPATILDI?

Sorunun yanıtını Kinyas Kartal veriyor;

"Ben kapattırdım köy enstitülerini. Ben toprak ağasıyım. 200'e yakın köyüm var. Bu köylerdeki halk bana tapar. Ne işi varsa bana sorar."

Bir gazete yazarının dönemin Van milletvekili Kinyas KARTAL ile yaptığı bir röportaj:
- Köy Enstitüleri komünist yetiştirdiği için mi kapatıldı?

-Hayır. Beni babam Moskova Üniversitesi'nde okuttu. Komünizmin ne olduğunu ben gayet iyi biliyorum. Köy Enstitülerinde komünizmi bilen kimse yoktu.

- Peki, karma eğitimden dolayı mı kapatıldı?

- Hayır. Bu da değil. Bütün dünyada okullar karma eğitim kız erkek beraber okuyor.

- Peki ya neden?

- Ben kapattırdım köy enstitülerini. Ben toprak ağasıyım. 200'e yakın köyüm var. Bu köylerdeki halk bana tapar. Ne işi varsa bana sorar. Evlenecek, boşanacak, askere gidecek, mahkemesi nesi varsa gelir bana danışırdı.

Ama köy enstitüleri açıldıktan sonra 5 köyüme köy enstitüsü mezunu geldi. Bu köylerden artık kimse bana gelip danışmamaya başladı. Ben düşündüm 200 köyümün hepsine köy enstitüsü mezunu gelirse benim ağalığım ne olur, sıfıra düşer! Böyleyse benim harekete geçmem gerekir dedim ve doğudaki bütün ağalara telefon ettim, onları topladım. Bir de batıdan buldum Eskişehir'den Emin Sazak.

Sonra Menderes'le pazarlığa gittik. (Yıl 1950 seçimlerin olacağı zaman)

Dedik ki, Köy Enstitülerini kapatırsan şu gördüğün doğudaki tüm toprak ağaları ve batıdan Emin Sazak'ın oyları sana. Kapatmazsan oy yok!

Menderes 1950'de iktidara gelir gelmez köy enstitülerinin temelini sarsmaya başladı. Demokrat Parti iktidara geldikten sonra 27 Ocak 1954'te çıkarılan kanunla Köy Enstitüleri kapatılarak günümüze ve geleceğe ışık saçacak güneşimiz resmen batırıldı.

Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, fırsat ve imkân eşitliği sağlanırdı. Ezberleyen öğrenci değil de okuyan, üreten, düşünen öğrenciler başarılı olurdu. Öğrenciler okullarına cep harçlıklarıyla değil emekleriyle "katkı" yaparlardı.

Demokrasi sadece kitaplardaki tanımlarda değil yaşamın ta içinde olurdu. Daha nitelikli öğretmenler yetişirdi. Öğrenciler verilenle yetinmez, araştırır, bulur ve tartışırlardı. Boş zamanlarını müzik dinleyerek değil enstrüman çalarak; takım fanatikliği ile değil spor yaparak değerlendirirlerdi. Biz şu an sadece matematik problemlerini hızlı çözen çocuklar yetiştiriyoruz. Hepsi bu. Ötesi yok...

Köy Enstitülerinin bütün günahı omuzlarıma, sevabı başkalarına olsun. O kurumların günahı bile bana yeter.