Tarihçi Halil İnalcık, AB hakkında siz “Avrupa Birliği diye bilin ama ben Allah’ın Belası diyorum” diyor. Sevr’i hortlatmak istedikleri apaçık ortada. Avrupa ve Amerika, Rum, Ermeni ve Kürt milliyetçiliklerini körüklüyor. İsmet Paşa Lozan görüşmeleri sonuçlanıp imzalar atıldığında beraberindeki arkadaşlarına 100 sene kazandık demişti. Galiba sürenin sonu yaklaştı ki Batılılar, Kopenhag kriterleri, AB uyum yasaları derken dayattıkları şartlar geçmişte Sevr’de istenenlerle örtüşüyor. AB bilinçli bir şekilde Türkiye’nin etnik merkezli bir federal yapıya dönüştürülmesini desteklemektedir. 2004 İlerleme raporunda hakları verilmesi istenen etnik gurupların toplamı AB’ye göre 44 milyondur. Yani Türklerin azınlıkta oldukları iddia edilmektedir. O nedenle devlet yeniden yapılandırılmalıdır. Bu amaçla etnik farklılık iddiasındaki unsurlar bürokratik kadrolara atanmalı, ekonomik alanda önleri açılmalı, hatta mafyanın dahi el değiştirerek bölücülere teslimi arzulanmakta olup ciddi ölçüde de gerçekleştirilmiştir. Sevr’de, Batı tarafından ihraç edilen 1789 Fransız ihtilali ile gelişen milliyetçilik akımları ile Osmanlıda etnik temelli devlet düşüncesi ve dini çözülme kışkırtılmıştı. Oysa şimdi temelde etnik kışkırtma yine olsa da inşa edildikleri gerekçeler “aydın, liberal ve demokratik ilkeler” ana fikri üzerinde yer alıyor. Bu da durumu bizim açımızdan daha zorlaştırıyor. Öyle ya insanlarımız için daha yüksek bir yaşam standardı demek olan; daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha fazla insan hakları, daha müreffeh ve gelişmiş bir ekonomiyi istemeyecek miyiz? Aksini söylerseniz, en yakınlarınız dahi size dudak bükerek bakmayacak mı? Bu devirde nasıl böyle düşünürsünüz diye suçlanmayacak mısınız? İşte handikaplarımız bunlardır. İşbirlikçi menfaat çevreleri, ellerine geçirdikleri bir kısım medya ve iletişim olanaklarını ve propaganda tekniklerini de çok iyi kullanarak adeta afyon yutmuş gibi toplumun gözlerine perde çektiler. Günümüzde küresel egemenliğin önemli koşulu ekonomik olarak ülkelerin ele geçirilmesidir. Bu amaçla IMF ve Dünya Bankası’nın çalışmalarının yanı sıra ekonomik tetikçilerin de küresel sisteme hizmet ettiği biliniyor. Stratejik ortağımız (!!!) ABD, özellikle ikinci dünya savaşından sonra önce güvenini kazanıp yakınlaştığı ülkelerle müttefik oluyor, ardından bu ülkeleri kendine bağımlı hale getirerek devletlerin üniter yapılarını tehlikeye sokabilecek bir ortam hazırlıyor. Geliş(tiril)memiş ülkelerin ABD destekli kuruluşlardan kredi kullanımını sağlamak ve borcu ödeyemeyecek duruma gelinceye kadar bu uygulamaya devam etmek, oluşturulmaya çalışılan ABD merkezli sistemin en büyük çarkını oluşturuyor. Küresel oyuncu olma çabasındaki diğer güçlü devletler de sömürmek için aynı hedefe yöneliyorlar. Kısa zamanda kurtlar sofrasına düşen hedef ülke küçük parçalara ayrılmaya çalışılıyor. Dünyaca ünlü spekülatör Steve Forbes’in dediği gibi “İMF uluslar arası cinayet fonudur. Bu cinayetleri de kendisine kaderlerini bağlıyan ülkeleri istikrarsızlığa iterek işler. Elindeki tek silah , büyüme karşıtı ekonomik reçetelerdir. (5) Türkiye’yi daha ucuz ve yoksul bir ülke haline getirmek amacıyla güçlü sanayi kollarının yabancı ya da yerli görünümlü holdingler tarafından ele geçirilerek daha da bağımlı hale getirebilmesi sağlanmıştır.1994’te mali kriz, 2001’de finansal kriz ve akabinde batırılan bankalar sistemin ucuzlamasına ve ekonomik değerlerimizin uluslar arası (küresel) sermaye tarafından ele geçirilmesine uygun zemin yaratmıştır. 22 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması imzalandığında kazandığımız kurtuluş savaşı zaferimizden son derece rahatsız olan Konferans başkanı Lord Curzon İsmet Paşa’ya şöyle der : “İstediklerinizi size verdik. Bunları biz şimdi cebimize koyuyoruz. Ama zamanı gelince bunları cebimizden çıkarıp tek tek önünüze koyacağız.” Devletimizin temellerine dinamit koymak isteyenler, bazen açıkça bazen de mevcut yapıdan güç alarak üniter yapımız ve bölünmez bütünlüğümüzü hedef almakta adeta Türklüğü Avrupa’nın daha ötesine, Asya’ya sürmeyi amaçlamaktadırlar. Bu maksatla; — Bölücü terör ve Irak’ın kuzeyindeki Kürt oluşumu ABD’nin himayesinde azmış ve ülkemizin bölünmez bütünlüğünü ve Cumhuriyetimizin bekasını tehdit edecek derecede cüretlenmiştir… — İrticai faaliyetler dış kaynaklar tarafından lüzumunda kullanılmak üzere beslenmektedir. — AB ve ABD başta olmak üzere bazı devletler Ermenileri ve Kürtleri bize karşı kışkırtmakta ve bizden onlar lehine ödünler koparmaya çalışmaktadırlar. — Yargı sistemimiz AB hukuku tarafından yok sayılmakta, AB mahkemelerin kararı üstün tutulmaktadır. — Sadece Rum Ortodokslarının ruhani lideri olan bir ilçemizin kaymakamına karşı muhatap olan Fener semtindeki patrik efendiye, ekümeniklik iddiasıyla, AB, ABD ve Rusya ve diğer bazı devletler tarafından devlet Başkanı statüsünde protokol uygulanmaktadır. — Vakıflar yasası ile yabancı vakıfların mülk edinmesi önündeki engeller kaldırılmış, sonu olumsuz olabilecek gelişmelerin önü açılmıştır. — Yabancılara toprak satışı ile ilerde Filistin’de Yahudilerin yaptığı gibi gelişmelerin önünü açabilecektir. — Egemenliğin devletten Sivil Toplum kuruluşlarına ve uluslararası sermayeye devrine çalışılmakta ve bu nedenle de gülcü büyük devlet yerine çok sayıda küçük devlet tercih edilmektedir — Yukarda bahsettiğimiz gibi bankalar, limanlar, iletişim sektörü, enerji sektörü, demir-çelik endüstrisi, perakendecilik sektörü, yazılı ve görsel basın ve hatta hizmet sektörleri dahi yabancılara adeta peşkeş çekilmiştir. Yeni sömürgecilik; iki yüzyıl önceki gibi açıkça değil, daha örtülü, daha süslenmiş deyimlerle ifade ediliyor. Küreselleşme, Açık Toplum insan hakları demokrasi deniliyor ve dostluklar, stratejik ittifaklar ön plana çıkarılıyor. Fakat ittifaklarda etken değil edilgen konumda olmanız isteniyor. Elli yıldır içinde bulunduğumuz, her istediği yere istediği kadar asker gönderdiğimiz Nato ve girmeye çalışıp her dediği ev ödevini sorgusuz yapmaya çalıştığımız AB, içimizdeki teröre yardım ve yataklık etmekte, ekonomik, siyasi ve askeri yönden desteklemekte ve iğrenç bir iki yüzlülük ve çifte standart sergilemektedir. Herhalde Lord Curzon’un cebine koydukları bu şekilde günümüzde çıkarılıyor. 1856 Paris Anlaşması Osmanlı Hükümetinin Avrupa Devleti sayılmasını ve egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi kabul ederken bu konuda kefil olurlar. Sonrasını biliyorsunuz, Sevr’e kadar uzanan tavizler ve kayıplarla Osmanlının sonu gelir. Bugün benzer bir oyun sergilenmekte ikinci Sevr’e doğru itilmekteyiz. Kendileri ulus devlete ve onun sınırsız egemenliği ilkesine sıkı sıkıya bağlıyken bizden tam aksi istenmektedir. Türk milleti oynanan oyuna gelmeyecek, kurbağa teorisindeki gibi kaynatılan suyla reflekslerinin yavaş yavaş öldürülmesine seyirci kalmayacaktır. Ne zihinlerimizi, ne kimliklerimizi, ne halkımızı, ne de coğrafyamızı asla ve asla böldürmeyeceğiz. -------------------------------- (5) Aybike Koca (Cumhuriyet Strateji-Tusam Çalışma hayatı ve Türkiye araştırmaları masası) [email protected]