Resmî gayr-i resmî nice kimseler, kitlelere İslâmı sunmanın samimî heycanı içinde çırpınıp durmaktadırlar. Fakatbu hususta sadece iyi niyetli olmanın yeterli olmıyacağını da bilmeleri gerek. Çünkü dâvâ hak / doğru olduğu gibi, metot ve usûl de hak / doğru olmalı. Zira ”Kem  âletle kemâlât olmaz.” / “Bozuk âletle bir şey yapılamaz.”

     Kaldı ki İslâm; tebliğ / bildirimdir, tehdit değil. İslâm; teklif / sunuştur, tehdit değil.

     Fakat, dinde hassas, muhakeme-i akliye / aklî muhakemede noksan olanların, farkında olmadan dine verdikleri zararı akıllı düşmanlar veremez! 

     Bu gibi kimseler; İslâma iyilik yapayım derken, en büyük kötülük yaptıklarını hiç mi hiç düşünmüyor! Kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar!

     İslâm’a davet yolunun, emirden geçtiğini sanıyorlar! Davetin yukarıdan aşağıya doğru olacağına hükmediyorlar! İslâm’a davetin geniş kapsamlı olarak yapma yolunun; ancak tavandan tabana doğru olmaktan geçtiğini zannediyorlar! Yani, İslâm’a davetin toplumdan veya devletten ferde doğru olması gerektiğini savunuyorlar! 

     Oysa doğru olan, daveti fertten topluma doğru yapmaktır. Çünkü iman hür ve özgür iradeyle ferdin tercih ettiği / seçtiği bir husustur. Asıl olan, kalplerin İslâma açılmasına vesile olmaktır. Bu ise icbarla / zorlamakla değil; muhatabı tercihiyle baş başa bırakmakla olur. Zira “La ikrahe fi’d-din.  ” / “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara: 256) “Dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” (Kehf: 29) Öyleyse akla kapı açmalı, ihtiyarı / seçimi ferde bırakmalı.

     Bu ise, Hz. Muhammed’i örnek almakla; O’nun gösterdiği hikmetli yol, metot ve usülü tatbik edip uygulamakla mümkündür. 

X

     Bu dünyada herkes herkesle, herkes birbiriyle sınanıyor, deneniyor. Müspet menfi hal ve tavırlarımızla sanki birbirimize sorular soruyor, cevaplar alıyoruz. Evde evdekilerle, sokakta sokaktakilerle, otobüste yolcularla. Tren, vapur, yol ve izde her an lisanı hâlle sorulanlara mânen cevap yetiştirmekle,  uğraşıyoruz. Herkes her yerde birbirlerine mânen sorular sormakta, cevaplar vermekte. Hemen herkes artılar eksiler alarak; mahiyet ve içyüzlerini gün yüzüne çıkarıyor, görülür hale sokuyor. Onları harmanlatıyor. Velhasıl Haşir harmanında; sapı samandan ayıracak yere doğru seyahat ediyoruz. Sonuçta, ya dünya okulu sınıfını geçmiş olacak. Veya sınıfta kalmış olacağız.

X

     Bir şeyin zatında / aslında doğru olması başka; muktezayı hale binaen / hale uygun / yerinde olarak doğru olması başka. Çünkü, yerinde söylenmeyen sözler; doğru da olsalar, bir şey ifade etmezler.   

X

     Bütün binalar taştan. Ama binaları, taşlar yapmış değil. Taşları yani sebepleri kullanan insan; binaları yapmış oluyor. Tıpkı her şey zerre ve atomlardan ibaret. Ama, atomları istediği gibi kullanan bir zat var. Yani Allah.

     Allahı görmek isteyene: Ressam resmin neresinde? Mimar binanın neresinde? Mühendis makinenin neresinde? Diye sormak gerek.

     Demek ki, Yapan yapılanın içinde değil. Tabiatiyle görülmez de. Evet, Yaratan yaratılanın içinde değil. Bunun için görülmez. Göremezsin. Ama dışında da değil. Sadece Yaratan; yaratılanda kendini  yansıtıyor aksettiriyor. Aynada görülen aynanın içinde değil. Ama onda tecelli edip görünüyor.

     Tıpkı yazarın, yazdığı satırların arasında aranamıyacağı, ancak mânen görülebileceği gibi. Kitap; yazar değil ama, Yazardan. Yazılan, Yazan değil ama yazılan Yazandan.

     Mânâ kitabın veya satırların neresinde ise, Yazan da kitabın, işte orasında? Maddeten görülebilir mi? Tabii ki, hayır. Görülmediği için yok sayılabilir mi? Elbette hayır.

     Küçücük balığa Yaratanı sorulsa, her halde Balina’dır diyecek. Çünkü onun dünyası deniz ve balıklardır.

     İnsanlar da, peygambersiz geçen zamanlarındaYaratan Tanrı’yı, umumiyetle insan suretinde betimlemişlerdir. Çünkü dünyada insandan daha güzel; insan gibi kabiliyetli başka bir varlık yok.