Tarih boyunca, büyük zatlar / kişiler, gerçek manevî büyükler, sözlerine şöyle başlamış ve hâlen de öyle başlamaktadırlar: 

     “Mütekellim / söyleyen, konuşan âciz / zayıf, güçsüz, zavallı kalbimdir. Muhatap; kendisine hitap olunan, söz söylenilen bizzat âsî / isyan edici  başkaldırıcı nefsimdir. Ki tüm kötü vasıfları kendisinde toplamış, hayırlı işlerden beni alıkoymaya çalışan bir güce sahiptir. Kısaca seslenişim; nefsime yani kendimden kendimedir be dostlar!.  

     “Yani ben kendime hitap ediyor, sesleniyorum. Kendilerini, nefislerini benim gibi ikaz ve uyarıya muhtaç ve müstahak görenler; uyarılarıma hak verip kulak asanlar, gerekeni yaparlar. Tabii yine de kendileri bilir, buna ancak kendileri karar verirler.”

     Sözlerine bu şekilde başlamakla kimseyi rencide etmez, kırmaz, incitmezler. Sadece insanların kendileri hakkında düşünmelerini sağlar. Dinleyen kimse, eğer insaf sahibi ise söylenecek söz, nasihat ve öğütlerden kendine pay çıkarır. Alınmadan incinmeden, izzeti nefsi yaralanmadan doğru olana yapışır.

     Çölde giden bir Arap yorulur. Dinlenecek bir yer arar. Yakındaki küçük bir tepenin yamacına oturur. Dinlenmeye koyulur. Kendisi; hayatını yol kesicilikle, onu bunu haraca kesmekle temin eden / kazanan meşhur / ünlü bir eşkıyadır. Kendisini dinlenmeye bırakmış iken, kum tepeciğinin arka yamacında, kendisinden habersiz olan bir başka Arap yolcu da orada oturuyor; aynı zamanda kendi kendine fakat sesli bir şekilde Kur’an okuyordu. Öbür tarafta yan gelip dinlenmekte olan; yol kesici eşkıya; hazin hazin okunan Kur’an’ın bu nâfiz / ruhlara işleyici sesine ister istemez kulak vermek zorunda kalır, kulak misafiri olur.  Tabii Arap olduğu için Kur’an’ı sathî / yüzeysel olarak anlayacak seviye ve düzeydedir.

     Yamacın diğer tarafındaki Arap, hasbelkader / tesadüfen şu meallerde olan Kur’an âyetlerini okumaktadır:

     “İnsan (öldükten sonra dirilmeyeceğini ve) kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır! (Böyle zanneden / sanan varsa, kendi yaratılışı üzerinde bir kere daha düşünsün.)” (Kıyamet: 36)

     “Yaratan / Allah yarattığını bilmez mi? O lâtiftir (bilgisi her şeyin içine geçen, her şeyi) haber alandır.” (Mülk: 14)

     “(Uyarılara rağmen) büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.” (Vakıa: 46)

     “Bugün artık ne sizden, ne de inkâr edenlerden fidye alınmaz, varacağınız yer ateştir. Sizin lâyığınız odur. Ne kötü gidilecek yerdir orası!” (Hadid: 15)

     “İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kalpleri Allah’ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine Kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalpleri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?” (Hadid. 16)

     “Fakat gizlide Rablerine saygılı olanlara gelince, onlar için bağış(lama) ve büyük mükâfat (ödül) vardır.” (Mülk: 12)

     Âdeta beyninden vurulmuşa döner! Çölün o ıssızlığında, bu İlâhî îkaz / uyarı, nedense ona çok tesîr eder, onu müthiş etkiler! Sanki âyet ona “Kulum! Daha ne zamana kadar bu âsiliğe, bu eşkıyalığa devam edeceksin? Yaptıkların yanına kâr mı kalacak sanıyorsun?” der gibiydi.

     Eşkıya bu İlahî hitabı kendisine yapılmış kabul ederek, âdeta içinden gelen bir haykırışla:

     “Tamam Ya Rabbi, tamam buraya kadar. Artık eşkıyalığa, yol kesiciliğe, haram yoldan geçimimi temin edip sağlamaya paydos. Bundan sonra senin yolunda olacağım. Tüm yanlış yaptıklarımdan tövbe Ya Rabbi!” der. Kalan ömrünü verdiği söz doğrultusunda geçirmeye gayret eder, çalışır.

     “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.” derler ya, onun gibi bir şey.

     Nitekim Hz. Peygamber, cemaata / topluma karşı konuşurken, yanlış iş ve harekette bulunanları uyarmak istediği zaman; onların isimlerini anarak “Ey falan filan kişiler yanlış yapıyorsunuz!” şeklinde değil de, “Bazıları şöyle şöyle yanlış hareket ediyor! Öyle yapmasalar daha iyi olur.” diyerek ortadan konuşur, kimseye bizzat hitap etmemiş olurdu. Böylece kimse mahcup duruma düşmeden, yanlışlarını bir kenara bırakır; böylece ne şiş yanmış olurdu ne de kebap.