Merhum Hocam Yusuf Kurtiş’den son bir hatıra:

     “Tezgâhımın başında saat tamiriyle meşgulken; yaşlı, olgun bir adam, selâm vererek kulübeme girdi. Kol saatini uzatarak çalışmadığını, bir bakmamı söyledi. Karşımdaki dar tahta sedire oturttum. Saati incelemeye koyuldum. Önemli bir şeyi yoktu. Gerekeni yaptım, çalışır hâle getirdim ve saati kendisine verdim. Ücretini sordu. Ücretlik bir şey yapmadım diye teklifini reddettim. Çok ısrar ettiyse de, duymazlıktan gelip aldırış etmedim. Başka bir tamire koyuldum. Bir ara başımı kaldırınca gördüm ki, yaşlı, kibar ve nur yüzlü adamın yerinde yeller esiyor. Müşterim gitmişti. Fakat o da ne, ahşap kulübemin kontrplâktan olan tam karşıma gelen duvarına tebeşirle muhteşem bir hatla Besmele-i Şerifin yazılmış olduğunu gördüm. Hattın; gıyaben tanıdığım son hattatlardan meşhur hattat Hamid Aytaç’a ait olduğunu anladım. Ücret almadığım için karşılığını; işimle meşgul olurken bu sürpriz ve şaşırtıcı hatla ödemek istemişti. 

     “Hemen dışarı fırladım. Sağa sola bakındım. Ne yazık ki gitmişti. Etrafta göremedim. Nasıl bir fırsatı kaçırdığımın üzüntüsü içinde, perperişan bir hâlde yerime oturdum ne kelime, sanki yığılıp kaldım.

     “O tebeşirle yazılan karşımdaki Arapça Besmele yazısı, her baktığımda, uzun süre beni hüzünlere gark edip durdu.” 

x

     İstanbul’da Cağaloğlu’ndan Kapalıçarşı’ya doğru giden yol üstünde Turan Neşriyat vardı. Burada Prof. Osman Turan’ın eserleri satılırdı. Kitabevine genç bir üniversiteli arkadaş bakıyordu. Onu tanıyor ve yolum düştükçe uğruyordum kendisine. Yine uğradığım bir gün, yaşlı bir müşteri vardı kitabevinde. Hasbelkader Türkçe ve Osmanlıca hakkında konuşmaları üzerine gelmiştim. Ben de dayanamayıp balıklama girdim konuya ve hararetli hararetli konuşmaya başladım. Mevcut müşterinin dikkatini çekmiş olmalıydım ki, dikkatle ve biraz da hayretle beni dinliyordu yaşlı zât. Dükkândaki yaşlı müşteri, Türkçe hakkında  ve özellikle türetilen yeni kelimeler üzerinde duruyor, ısrarla onları savunuyordu. Ben ise gençliğin verdiği cesaret ve biraz da haddimi aşan  bir cüretle, âdeta mangalda kül bırakmıyor; ille de Osmanlıca diyor, onu yere göğe koyamıyor aşırı bir savunmada bulunuyordum!

     Arkadaşım benim bu hâlimi, Osmanlıcayı ateşli bir şekilde müdafaa etmemi yadırgamış olacak ki; müşteriye karşı mülâyim bir tavır takınmış, onu memnun etmeye çalışıyor. Ona karşı nazik cümleler kullanıyor, ona karşı çok saygılı bir tavır sergiliyor; müşterinin arkasından el kol hareketleriyle de, bana ileri gitmememi, aşağıdan almamı ve hatta susmamı işaret ediyordu. “Sus artık!” der gibiydi. Sanki lisanı hâlle beni müşteri karşısında daha saygılı olmaya davet ediyordu. Ben ise arkadaşımın bu yersiz rahatsız oluşuna, bir türlü mânâ veremiyor, fikirlerimi hararetle müdafaa ve savunmaya devam ediyordum. Çok pervasız davranıyor, arkadaşımı hayretlere gark ediyordum. Adam da benim bu rahatlığıma ve benim aşırı bir şekilde fikirlerimi söylememe, ister istemez katlanıyor, gittikçe kızmaya başladığını da her hâlinden belli ediyordu. Nihayet daha fazla dayanamayarak: “Bizim zamanımızda gençler bu kadar cüretkâr değildi. Hadlerini bilirler. Büyükler karşısında daha saygılı bir tavır içinde bulunurlardı.” dedi ve yüzü sinirden kıpkırmızı kesilerek, hızlı adımlarla kitabevini terk etti. 

     Arkadaş telaşla yanıma gelerek “Gördün mü yaptığını, adamı kızdırarak küplere bindirdin!” Bu sefer şaşıran ben olmuştum. “Ne yaptım ki, bu kadar kızacak ve huzursuz olacak ne vardı ki, konuşma esnasında durmadan adamın arkasından, el kol hareketleriyle beni hep susturmaya çalıştın!” “Sen dedi kiminle konuştuğunu biliyor musun?” “Hayır dedim, sıradan bir müşteri ile konuştum o kadar.” “Gerçekten bilmiyor muydun?” “Neyi bilmiyor muydum? Kardeşim böyle muammalı / bilmeceli konuşmayı bırak da, ne söylemek istiyorsan onu söyle. Beni şaşırttıkça şaşırtıyorsun birader! Alt tarafı bir müşteri ile konuştum o kadar.” Arkadaşım sesini yükselterek: “Hayır dedi, senin dur durak bilmeden münakaşa ettiğin o zat; meşhur Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken idi.” “Ne dedin? Ben şimdi Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’le mi konuşuyordum! Vay canına gerçekten görmüş değildim kendisini. Tanısam hiç böyle rahat bir şekilde konuşmam mümkün olur muydu?”  

     Cüretin cehilden ileri geldiğini; bir de, bu şekilde acı bir tecrübe ve deneyimle anlamış oldum.