Hz. Mevlânâ’yı bilmeyen tanımayan ve sevmeyen yoktur. Fakat en ünlü eseri Mesnevî’yi okudunuz mu diye soracak olursanız; kem küm ettiğini görür, doğru ve müspet bir cevap alamazsınız. Oysa o Mesnevî ki, Amerika’da bile tercümesi en çok satılan eserler arasındadır.

     Çünkü Mesnevî: “Gönüllere şifa, hüzünlere cilâdır...Ruhların huzuru, ruhlara şifa”dır. “Hastayı alır doktoruna götürür. Âşığı alır sevdiğine ulaştırır...Mihnet ve ıstırap çekenlerin dertlerini ve kederlerini azaltır, güç işlerini kolaylaştırır.”

     Hz. Ali diyor ki:

   “İlâcın sende, ama bilmiyorsun sen.

     Derdin kendinden, ama görmüyorsun sen.

     Harfleriyle gizlinin apaçık olduğu

     Kitab-ı mübînsin sen.

     (Hakkı ve Kâinatı; madde ve mânanla, hakkıyla açıklayan bir kitapsın sen.)

     Küçük bir cisim sanıyorsun kendini.

     Oysa sende dürülü en büyük âlem.

     Kendinden başkasına  ihtiyacın yok senin.

     Bir düşünsen nefs (öz varlığın) üstünde, ama düşünmezsin sen.”

     İnsanı öyle güzel tarif ve tasvir ediyor ki, hakkında bir kitap yazılabilir. Fakat gel gör ki:

   “O mâhiler (balıklar) ki derya (deniz) içredir, fakat deryayı bilmezler!”

     Balığa sudan bahsetseniz, inkâr eder. “Hani nerede?” der! Balık suyu nasıl görsün ki, çünkü sudan başka bir şey yok. Tıpkı zuhurunun şiddetinden / varlığı her yanı ve her şeyi kapladığından görünmeyen Yüce Allah gibi. Evet Allah’ın görünmeyişi zuhurunun / her yerde ve her şeyde mânen oluşu yüzündendir. Balık suyu nasıl görsün ki, çünkü sudan başka bir şey yok nazarında.

     İşte burada ilim gözü, gönül gözü devreye girmeli ki, zahir gözüyle göremediklerini; bâtın / iç gözü / mânâ gözüyle görebilsin.

     Ne yazık ki, insanların çoğu; her şeyi baş gözüyle görebileceklerini sanıyor; kalp, gönül, bâtın ve ilim gözünü hiç hesaba katmıyor!

     Su kovasına sokulduğunda, baş gözüyle kırık görünen çubuğun; aslında kırık olmadığını ilmen bilen insan; aynı akıl yürütmeyi; ne yazık ki mânevî âlemler için yapmayı akıl etmez, üstelik  kendini akıllı sanır!

     Allah; âlemde tecellî edip, kendini maddeten göstermediği gibi, kaldı ki Allah maddeden müstağnidir, maddeyle alâkası yoktur. Yani madde değildir. İnsanın ruhu da vücut ve bedeninde tecellî ettiği halde, insana görünmediği, insanın onu göremediği gibi. Yine insanın kaldırdığı kolunu görüp de, onu asıl kaldıran ruhunu göremediği gibi. 

     Hadise ve olaylara çıplak gözle, yani hikmetsiz olarak baktığımızda; nice çirkinlikler, uygunsuzluklar, birçok haksızlıklar ve zulümler görürüz. Oysa işin mahiyetine / iç yüzüne muttali olduğumuz / nüfuz ettiğimiz, olayın özünün farkına vardığımız zaman; zahiren gördüklerimizin bir kabuktan ibaret olduğunu anlar ve olaya bakış ve yorumumuz bambaşka bir hâl alır. 

     Nitekim cevizin kabuğundan ibaret olmadığını, içindekini yiyince anlarız. Bunun gibi çok şeyler var ki, içleri dıştan göründükleri gibi değildir.

     Bu hususta da Hz. Mevlânâ taşı gediğine koyarak, bizlerin gerçekleri görmemizi veciz bir şekilde sağlamıştır:

   “Sopayla kilime vuranın gayesi kilimi dövmek değil, kilimin tozunu almaktır; Allah da sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır.”