İstanbul’da Bâbıâli; bir zamanlar matbuatın, neşriyat ve her türlü yayının merkezi durumundaydı. Her türlü gazetenin değil Türkiye, bilhassa Türk Dünyası’na dağıtım yapıldığı bir merkezdi. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında İstanbul; sadece payitaht / başkent değil aynı zamanda bir kültür odağı idi. Hele Bâbıâliye doğru Sirkeciden yukarı doğru çıkarken solda meşhur Meserret kıraathanesi vardı ki, tüm yazar çizer takımının uğrayıp buluştuğu bir uğrak yeriydi. Çünkü biraz ileride gazete binaları, yayın organları vardı. Şimdi gazeteler çeşitli semtlere dağıldı. Bâbıâlinin o zamanki görkemli hâli hatıralarda kaldı. İşte böyle bir mekânda olmanın, o bölgede bulunmanın nasıl bir mânevî kazanç sağladığını, şu konuşmadan daha iyi anlıyabiliriz:

     -Nerede çalışıyorsun?

     -Bâbıâlide kapıcıyım.

     -Ne mezunusun?

     -İlkokul.

     -Hayır sen iki fakülte mezunusun!

     -Aman beyim benimle alay mı ediyorsunuz? Ben ilkokul mezunuyum hem de iki fakülte mezunu nasıl olabilirim?

     -Evet sen iki fakülte mezunu sayabilirsin kendini! Çünkü Bâbıâlide olmak, orada çalışmak insana bu seviyeyi kazandırır. Okuyamadım diye hiç üzülme diye de tesellide bulunur.

     İşte bir zamanlar Bâbıâli böyle bir konumda idi.

     Nitekim ben de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü mezunu olduğum halde, her şeyimi, aynı zamanda Bâbıâlide olmama ve bazı gazete ve yayınevlerinde çalışmama, çok değerli birçok yazar-çizerle tanışmama borçluyum. 

     Bâbıâli’de sıradan işlerde çalışan kabiliyetli fakat tahsili yetersiz nice kimselerin; nâşir / yayıncı, yayınevi sahibi olduklarına bizzat şâhit olmuşumdur.

x

     “Hak ile yeksan olmak.” Yani “Yerle bir olmak.” cümlesinde geçen “Hak” kelimesi Farsça olup “Toprak” demektir. Hı ve Kef’le yazılır. Ha ve Kafla yazılan “Hak” ise bildiğimiz Hakk ve Tanrı demektir. Bazıları toprak mânâsına gelen Farsça “Hak”ın; Tanrı anlamına gelen “Hakk” sanılacağı endişesiyle “Hak” karşılığı olan “Yer” kelimesini kullanarak “Hak ile yeksan olmak”ı “Yer ile yeksan olmak” şeklinde kullanıyorlar. Haklılar ama daha doğrusu “yeksan” ın da karşılığını kullanarak “Yerle bir olmak.” demek daha doğru değil mi? Türkçemizde tam karşılığı varken, “yeksan” kelimesine yer vermeye gerek var mı?

x

     Kâinat ile Allah, İnsan ile Ruh arasında bir münasebet kurabiliriz. Nasıl ki Allah kâinat / Evren’den münezzeh / uzak / alâkasız ise, Ruh da Beden’den münezzeh. Allah her şeyden sırasız olarak haberdar / haberli. Ruhun da Bedendeki her şeyden sırasız olarak haberi var.

     Allah ne yerdedir ne gökte. Mekândan münezzeh. Ruh da ne kolda ne bacakta; vücuttan münezzeh fakat vücudun her yerinde hâzır ve nâzır, üstelik aynı anda.

     Yanan bir ampulün ışığı; ampulü meydana getiren maddelerden ileri gelmez. Ampule dışarıdan gelen elektrik / cereyanından ileri gelir. Beden de ampul gibidir. Canlılığı bedenden ileri gelmez. Hak’tan gelen bir cevher, bir nur yani ruhtan ileri gelir. Yani ampul masdar / kaynak değil; mazhar / ışığın kendisinde zuhur ettiği, göründüğü bir mekândır.

x

     Madde mânânın kesif / yoğunlaşmış hâlidir. Her zaman mânâ önce, madde ise onun sonrası yani zuhurudur. Âdeta ete kemiğe, taşa toprağa dönüşmüşüdür. Mânâ olmasaydı madde olmıyacaktı.

     Karar alınmasaydı hiçbir şey meydana gelmezdi. Plân da bir karardır. Plân olmasaydı binalar ortaya konabilir miydi?

x