Kitâbiyat 500/9

Abone Ol

Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine 

Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine 

İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL VE ESERLERİ -  9

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

ESERLERİ-2

OSMANLI DEVRİNDE SON SADRIÂZAMLAR-1

Sadrıâzam, Osmanlı devlet teşkilâtında pâdişâhın vekili olarak devlet idâresini elinde bulunduran, günümüzde ‘bakan’ olarak anılan nâzırlar, vezirler ve vekiller heyetine başkanlık eden devlet adamıdır. ‘Vezir-i Âzam’ kelimesinin de aynı mânâda kullanıldığı dönemler olmuştur. Günümüzdeki ‘Başbakan’ kelimesinin karşılığıdır. Sadrıâzam veya vezir-i âzam, padişah sefere katılmıyorsa ordunun başına geçer, bu görevi sırasında ‘Serdar-ı Ekrem’ sıfatıyla padişahın bütün yetkilerini kullanırdı. Sefer ve savaş sırasında verdiği idam kararı, hiçbir makamın tasdikini beklemeksizin infaz edilirdi. 

Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde sâdece ‘vezir’ sıfatı kullanılmaktaydı. Orhan Gazi saltanatındaki dört vezir ilmiye sınıfından vezirliğe yükselmiştir. Birinci Murad saltanatında Çandarlılar kazaskerlikten vezir olmuşlar, aynı dönemde vezir sayısının artmasıyla, önce ‘birinci vezir’, ‘ikinci vezir’ isimlendirmeleri kullanılmıştır. 

15. yüzyıl sonlarına kadar vezir adedi üçü geçmemiştir. Vezirler Divan-ı Hümayun'da, Kubbealtı'nda toplandıkları için, kendilerine ‘kubbe veziri’ veya ‘kubbenişin’ ismi de verilmiştir.

Sadrıâzam hükümdarın mutlak vekili sıfatıyla onun tuğralı mührünü taşırdı. Bu sadrıâzamın sözü ve yazısı padişahın irâdesi ve fermanı demekti. Nitekim Fatih Kanunnamesi’nde sadrıâzamın devlet içindeki yeri şu şekilde yazılıdır: ‘Bilgil ki vüzera (vezirler) ve ümeranın (emirler), vezir-i azam, başıdır, cümlenin ulusudur, (büyüğüdür) cümle umurun vekil-i mutlakıdır ve malımun vekil-i defterdarıdır ve ol vezir-i azam nazırıdır ve oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i azam cümleden mukaddemdir (önce gelir).’

Güçlü hükümdarlar tarafından tâyin edilmiş dirâyetli sadrıâzamlar devlete büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Ancak 16. yüzyıl sonlarından itibâren devletin duraklama dönemine girmesinin sonucu ve/veya âmili olarak siyâsî kudret boşluğunu Valide Sultanlar, saray personeli veya başına buyruk davranabilen Yeniçeriler, sadrıâzamların konumunu zayıflatmıştır. Yine de, duraklama ve gerileme dönemlerinde de; Sokullu Mehmed Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa, Köprülü Mehmed Paşa, Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa, Halil Rifat Paşa, Gazi Ahmed Muhtar Paşa gibi  çok değerli sadrıâzamların göreve geldiği olmuştur.

Tanzimat'tan itibâren sadrıâzamlar daha ziyâde Batılı anlamda ‘kabine şefi’ görevini yürütmüşler, bir yandan da padişaha muhalif bir güç olabildikleri gibi, muhalif mihraklara dayanan bir çizgi de tâkip edebilmişlerdir. Son dönemde sadrıâzamlar daha sık değişmiştir. 

Osmanlı Devleti’nde sadrıâzam, protokolde şeyhülislâmdan önce gelir. Sadrıâzam, bütün tebaanın pâdişâh nezdindeki mümessili ve pâdişâhın mutlak vekilidir. Vekilliğin göstergesi, pâdişâhın kendisine verdiği mühürdür. Pâdişâh, sadrıâzamın devlet işleri hakkında ileri sürdüğü teklifleri kabul etmek mecburiyetindedir. Bununla birlikte sadrıâzam, pâdişâhın kendisine verdiği yetkileri, dilediği gibi kullanmakta tam anlamıyla serbest değildi. Bütün büyük işlerde dîvanın, bâzen da özel meclislerin görüşlerini almak şarttı. Sadrıâzam, padişaha karşı sorumludur.

Osmanlı Devleti’nde sadrıâzamlık makamına; 292 tâyin yapılmıştır. Bu rakam, göreve başlama ve görevin sona erdiği, târihler itibâriyle kayıtlara geçen bilgilere göre belirlenmiştir. Bazı şahıslar iki ve daha fazla defada sadrıâzamlık makamına oturmuşlardır. Bu sebeple, kişi itibariyle sadrıâzamlık yapanların sayısı 215’tir. Bu 215 kişinin yalnızca 78’i Türk’tür. 15 kişinin Türk olup olmadığı şüphelidir. Geri kalan 122 kişinin Türk olmadığı bilinmektedir. Bu 122 kişiden 16’sının Türk olmadığı bilinmekle birlikte, milliyetleri hakkında hiçbir bilgi yoktur. 8’i milliyeti bilinmeyen Devşirme, l’i milliyeti bilinmeyen Dönme’dir. Türk olanların dışında milliyeti bilinen 82 sadrıâzamın: 3l’i Arnavut, 1l’i Boşnak, 1l’i Gürcü, 9’u Abaza, 4’ü Rum, 3’ü Hırvat, 3’ü Çerkez, 2’si Ermeni, 2’si İtalyan, l’i Rus, l’i Sırp, l’i Bulgar, l’i Pomak, l’i Hersekli Slav, 1’i Çeçen’dir. Milliyeti şüpheli olanların 3’ü belki Arap, 2’si belki Arnavut, l’i Boşnak veya Hırvat, 1’i belki Rum veya İtalyan veya Ermeni, l’i Hırvat veya Macar, 2’si Rum veya Hırvat, 2’si Arnavut veya Rum, l’i Frenk veya Rum, 1’i Felemenk veya Rum’dur.

Tâyin edildiği makamın adı Sadrıâzamlık olmamakla birlikte sadrıâzamlık benzeri makama tâyin edilen ilk kişi; Orhan Gazi’nin kardeşi Alâeddin Bey’dir. Bâzı kayıtlarda kendisinden Alâeddin Paşa olarak söz edilmekte ise de, o târihlerde Paşa olarak adlandırılan bir unvan yoktu.

Osmanlı Devleti’nde, Sadrıâzamlarla ilgili dikkat çekici hususlar:

*Kanûni'den sonra gelen Osmanlı padişahların çoğu, devlet yönetiminden uzaklaşmışlardı, seferlere katılmıyorlardı. Böylelikle sadrıâzamlar padişah adına devleti idâre etmeye başladılar.

*Sokollu Mehmet Paşanın yönetim kabiliyeti ve Köprülü Sülâlesi'nin başarıları, padişahları gölgede bırakmıştı. Kanunlara uyulmamış, saray kadınları, ocak ağaları ve ulema devlet işlerine karışınca devlet yönetimi bozulmuştu.

*Sultan Üçüncü Mehmet Han’dan sonra şehzâdelerin sancağa çıkma usulü kaldırılınca, şehzâdeler devlet yönetiminde tecrübe kazanmaktan mahrum kaldılar. Sarayda, bir nevi kafes hayatı yaşadılar.   

İbnülemin Mahmud Kemal’in ‘Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar’ isimli eserinde Otuz yedi sadrıâzamın hal tercümesiyle birlikte son bir asırlık siyâsî târihimizin panoramasını da veren 2192 sayfalık bu büyük eser, vezîriâzamlar hakkındaki biyografi geleneğinin yolunu açan Osmanzâde Ahmed Tâib’in Hadîkatü’l-vüzerâ’sına yapılmış zeyillerin sonuncusu ve arkası getirilmemiş olan Ahmed Rifat Efendi’nin Verdü’l-hadâik’ine zeyil olmak üzere hazırlanmıştır. Verdü’l-hadâik’te çok basit ve sathî kalan hayat hikâyeleriyle mukayese bile edilemeyecek şekilde yeniden işledikten sonra diğer sadrıâzamlara geçmiştir. Eserde, Koca Hüsrev Paşa’dan Mustafa Reşid ve İbrâhim Sârım Paşa’ya kadar Tanzimat devrinin ilk beş sadrıâzamı dışarıda bırakılıp 1855’teki ikinci sadâreti itibâriyle Mehmed Emin Âlî Paşa’dan başlayarak gelen sadrıâzamlar silsilesi tâkip edilmiştir. O’nun hal tercümesinde 1852’deki sadâretine de temas edildiğinden eser, 1852’den sadâret makamının Bâbıâli ile birlikte 4 Kasım 1922’de ilgasına kadar olan zaman dilimi içinde bir sadrıâzamlar târihi olmuş bulunmaktadır. İbnülemin, Âlî Paşa dışında eserde hal tercümelerini sadârete son geliş târihine göre değil ilk gelişi esas alan bir sıralama tâkip eder. Bundan dolayı eser, son sadrıâzam Ahmed Tevfik Paşa olduğu halde ondan iki önceki sadrıâzam Sâlih Paşa ile sona ermiş görünür. 

Mahmud Kemal İnal Bey, Son Sadrıâzamlar’ı yazmaya 1913 yılının son ayında başlamış, Sâlih Paşa’nın Mart-Nisan 1920 târihleri arasına rastlayan sadâreti sırasında tamamlamıştır. Basılmak için uzun süre bir imkân bekledikten sonra zamanın Maarif vekili Hasan Âli Yücel’in teşebbüs ve gayretleri neticesinde basılması karar altına alındığında hazır olan ilk şeklini, bizzat ifâde ettiği gibi ‘yeniden yazılmışçasına’ elden geçirerek basılmamış hâliyle 681 sayfa tutmakta olan eseri 2100 küsur sayfaya çıkarmıştır. Cumhuriyet devrinde resmî mercilerce basılan öbür eserlerinde olduğu gibi aslında taşıdığı ‘Kemâlü’s-sudûr’ ismi zamanın zihniyetine yabancı gelmesi dolayısıyla şimdikine çevrilir. 

Otuz üç yıl boyunca hep sadârete bağlı kalemlerde, bu arada uzun bir süre Bâbıâli’nin en merkezî noktası Sadâret Mektûbî Kalemi’nde yaşadığı bürokrasi tecrübesi İbnülemin’e bu büyük çaplı sadrıâzamlar târihinin malzemesini, gözlem ve dikkatlerinden bir şey kaçırmayan keskin tecessüsünün eşliğinde kendisine en tabii yoldan kazandırmış bulunuyordu. Hele İkinci Meşrutiyet’ten sonra Yıldız Sarayı evrakının tetkik ve tasnif işinin kendisine emânet edilmesi, O’na bu zengin ve bâkir arşiv hazinesinin bütün imkânlarını sunar. İkinci Abdülhamid’in tahta çıkışından bu yana sadâret makamı ile saray arasındaki yazışma ve işlemlerle ilgili evrakın hepsinin Yıldız’da saklı tutulmuş olmasından dolayı, konusunun gerektirdiği malzemeyi ayağına getiren 800 sandık tutan vesikayı ‘avucunun içi gibi’ tanıma fırsatını vermiştir. Yıldız evrakı arasında târihî ehemmiyetini kuvvetli bir sezişle hemen fark ettiği vesikaları büyük bir sabır ve şevkle istinsah edip bir kenara koyan İbnülemin, eserinin muhtaç olduğu arşivi de böylece kurmuş bulunuyordu. Bâbıâli kalemlerindeki yaşlılardan zamanlarına yetişemediği sadrıâzamların, nâzırların menkıbelerini dinleyen, doymak bilmeyen bir tecessüsle o sırada cereyan edenler kadar geçmişte olup bitenler hakkında da bilgi edinmeye çalışan, duyduklarını hemen kayda geçiren, dedikodu ocağı dediği Sadâret Mektûbî Kalemi’nde yıllar boyu Bâbıâli ve ricâl dedikoduları ile kulağı dolan İbnülemin’in eserine sâdece arşivden değil dinlediği, kendilerine sual sorduğu o insanlardan zamanla kimse kalmadığı için, kendisinden sonra gelenlerin artık hiçbir suretle erişme imkânını bulamayacakları yığınla bilgiyi, değerlendirmek üzere depoladı.  Bunun yanında bir o kadar da baba ocağında başlayıp ricâl konaklarında çok erken yaştan meclislerine girdiği târihî şahsiyetlerden duyulmuş, tecessüsünün sondajı ile kazanılmış bilgiler eserinin bir başka sözlü kaynağını teşkil ediyordu. Kendisi gibi genç yaşta Bâbıâli’nin mühim mevkilerinde vazife almış, Sadrıâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın yanında yirmi yedi yıl boyunca pek çok târihî hâdiseye şâhit olmuş, devrin önde gelen ricâlinin çoğu ile münâsebet ve dostluğu olan babası da eserde dâima bir referans olarak yer alır. Bundan başka kütüphânelere, arşivlere intikal etmemiş, eski aile ve şahıslarla ilgili birtakım bâkir vesikalar görmek imkânına kavuşmuş, Abdülaziz’in Mâbeyin başkâtibi Âtıf Bey’in Hâtırat’ı, Mehmed Süreyyâ’nın bizzat yaşadığı son devirler hakkındaki Târîh-i Mahmûd’u, Celâleddin Paşa’nın Mir’ât-ı Hakîkat’inin müsvedde hâlindeki orijinal şekli gibi el değmemiş eserlerden, yandıkları veya kayboldukları için başkalarınca bir daha erişilmesi mümkün olmayan kaynaklardan da istifâde edebilmiştir. İbnülemin, eserinde bildiklerini ve duyduklarını sâdece aktaran bir kimse durumunda olmayıp kaynaklarını, çeşitli eserlerdeki rivâyetleri sıkı bir tenkitten geçiren, mevcut bilgileri gerekli kontrol ve muhâkemeye tâbi tutan titiz bir târihçi hüviyeti gösterir. Son Sadrıâzamlar, İbnülemin’in biyograflığı yanında siyâsî târihçiliğini göstermesi bakımından da önemlidir. Bu sorumluluğu çok iyi idrak ettiğinden yeri geldikçe, müverrihin hâdiseler ve onların içinde yer alan insanlar karşısında davranışının ne olması gerektiği meselesine sık sık dönerek târihçiliğin ahlâkî problemine dikkat çekmeye çalışır. Bu hüviyetini çok belirgin bir şekilde ortaya koyan eserinin arkasında, yıllar önce târihçiliğin bu meselelerini işlediği Kemâlü’l-kiyâse fî keşfi’s-siyâse’nin müellifi olarak varlığı bir kere daha hissedilir. İbnülemin, târihçinin daima gerçeği gözetmeye ve hislerine kapılmamaya, gerek üstlendiği vazife gerekse vicdan gereği mecbur olduğunu vurgulayarak aksine hareketin târihe ihânet etmek olacağını belirtmektedir. ‘Bildiklerini ve duyduklarını gerçeğe uygun olmayan bir şekilde nakletmek târihin hukûkuna tecâvüz etmek demektir. Doğruluğu hakkında kesin kanaate varılmamış bilginin târih sayfalarında yeri yoktur’ diyerek tavrını açıkça ortaya koyan İbnülemin’in bunları, kendisinin taraf tutmak isnatlarına uğradığı Said Paşa konusuyla ilgili olarak söylemesi önemlidir. İbnülemin’in eserini, sadrıâzamların her birini icraatları bakımından yargılayan, içinde yer aldıkları olaylar ile birlikte onları sorgulayan tahlilci bir zihniyet yönlendirir. O, bu tutumu ile sığ ve tek taraflı yönlendirme ve değerlendirmelerle okuyucunun zihnini lehte veya aleyhte bir istikamette çelmeye itibar etmeyen, en yakını olduğu şahsiyetlerin dahî icraat ve karakterlerini gerçek mâhiyetleriyle değerlendirmekten kaçınmayan, bazı çevrelerin gözü kapalı bir şekilde yüceltmeye veya alçaltmaya çalıştığı şahsiyetleri sorgulama ve tahlilden geçirirken tok sözlü bir yargıç davranışı içindedir. Bunun en tatmin edici örneklerinden birini baba dostu ve kendisini çocukluğundan beri tanıyan, son sadâretlerinde evinde beraber çalıştıkları, mutemedi, sırdaşı gibi muamele gördüğü Küçük Said Paşa’ya ayırdığı 275 sayfa hacmindeki bahis verir. İbnülemin, o kadar yakını olduğu Said Paşa hakkında ne söylemek gerektiyse, lehte ve aleyhte, olumlu ve olumsuz ne tarafı varsa hepsini gizlemeden açıkça söylemiştir. Hiçbir lûtfunu görmeden ailece türlü sıkıntılara mâruz kalarak saltanat devrini yaşadığı Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın icraat ve şahsiyetine ayırdığı özel bölümde kimilerince hep yerilmiş, kimilerince de göklere çıkarılmış hükümdar hakkındaki icmali kadar, onu hatâ ve savabı ile en objektif surette mîzana vuran yazı ve eser bulmak kolay değildir. 

Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar’ın esas ismi ‘Kemalü’s-sudur’dur. Mehmed Emin Ali Paşa (1814-1871) ile başlayıp Sâlih Hulûsi Paşa (1864-1939) ile biten eserde Osmanlı Devleti’nin son 37 sadrıâzamının hayat hikâyesi yer almaktadır. ‘Son Sadrıâzamlar’, bir biyografi kitabı olmakla beraber, birçok yerde siyâsî olaylar, devrin fikir ve kültürle alâkalı yapısı, zaman zaman da edebî ürünler ağırlık kazanmaktadır. İlk baskısı Maarif Vekâleti’nce 14 fasikül olarak yapılmıştır. İbnülemin merhum pek çok önemli memuriyette bulunduğu ve târihin hararetli bir dönemine bizzat şâhid olduğu için eserinde diğer kaynaklarda rastlanamayacak son derece önemli bilgiler verir. Her yönüyle orjinal ve kaynak bir eserdir. ‘Son Sadrıâzamlar’da, olayların perde arkasında kalan bilgiler, bütün teferruatı ile ve akıcı bir uslûpla veriliyor. Böylece eser, târihe meraklı olanların da târihî roman okuyucularının da beklentilerini karşılıyor. Bu bölümlerden biri de, Osmanlı târihinin en fecî, en utanç verici ve hatta insanlık dışı cinâyeti olan Sultan Abdülaziz Han’ın (1830-1876 / Pâdişahlık dönemi: 1861-1876) Hüseyin Avni Paşa, Mithad Paşa,  Mütercim Rüşdü Paşa ve Süleyman Paşa şebekesi tarafından tertip edilen suikast ile şehit edilmesidir. Mahmud Kemal İnal, bu olayı, kalemini yağlı boya ressamının fırçası gibi kullanarak çizdiği müthiş tablo ile okuyucuya sunuyor. 

Sultan Abdülaziz Han, 32.  Osmanlı padişahı olarak 25 Haziran 1861’de tahta oturdu. 14 yıl, 11 ay, 5 gün pâdişahlık yaptı.

Şehzâdeliği ve veliahtlığı döneminde iyi bir eğitim görmüştü. Arapça dili ve edebiyatı, şer’i ilimler ve müzik dersleri aldı. Sporla ilgilendi. At binme, av, güreş, yüzme ve cirit atma dallarında başarılı idi.  Sâde ve mazbut bir hayat yaşadı, halkın saygı ve sevgisini kazandı. O günlerde Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Para sıkıntısı had safhadaydı. Karadağ’da Hersek’te isyanlar, savaşa dönüşecek gibiydi. Batılı ülkeler,  Sultan’ın Tanzimat Fermanı’nı iptal edeceğinden endişe ettikleri için karışıklıkları tahrik ediyorlar, Osmanlı’nın iç işlerine karışıyorlardı.  

Divan: Yüksek rütbeli devlet adamlarının bir araya gelmesi ile oluşturulur. Günümüzdeki Bakanlar Kurulu konumundadır. Bu kurulun icra yetkisi yoktur. Sadrıâzamın danışma meclisidir.

Sancağa çıkma: Şehzâdelerin, vâlilik yaparak devlet tecrübesi kazanması.

istinsah: Bir yazının veya eserin aynısını kopya etme, çoğaltma işlemi. Matbaanın olmadığı dönemde bu işi, ‘müstensih’ denilen şahıslar yapardı.