Kitâbiyat 499/4

Abone Ol

EBÜSUÛD EFENDİ VE TEFSİRİ – 4                                                                              

 (İRŞÂDÜ’L AKLİ’S-SELİM- 4)

Türkiye kütüphanelerinde birçok yazma nüshası bulunan eser 8, 9, 11 ve 12 cilt hâlinde olmak üzere çeşitli zamanlarda ve değişik yayınevleri tarafından basılmıştır. 

Tam adı İrşâdü’l-ʿaḳli’s-selîm ilâ mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm’dir. Ebüssuûd Efendi, bir tefsir yazmayı öteden beri düşündüğü halde yoğun meşguliyetleri sebebiyle eserini ancak ömrünün sonlarına doğru telif etmeye başlamış ve Sâd sûresinin nihayetine geldiğinde Kanûnî Sultan Süleyman’ın isteği üzerine temize çekerek 1575 yılında padişaha göndermiştir. Bir yıl sonra da tefsirini tamamlayıp yine padişaha takdim etmiş ve büyük miktarda mükâfata nâil olmuştur.

Eserine yazdığı kısa mukaddimede müfessir pek çok tefsir kitabı okuyup istifâde ettiğini, bunlar arasında bilhassa Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ı ile Beyzâvî’nin Envârü’t-tenzîl’inin özel bir önem taşıdığını belirttikten sonra yazacağı tefsirin özelliklerinden bahsetmiştir. Buradaki ifâdesinden anlaşıldığına göre müellif, söz konusu iki eserde önemli gördüğü bilgilerle diğer tefsirlerdeki bilgileri ve kendi zihninde hâsıl olan işâretleri bir araya getirmek suretiyle bir tefsir yazmaya karar vermiştir.                                                                                                                   

Özellikle Kur’ân-ı Kerîm’in fesâhat ve belâgatı üzerinde durulan eserde, âyetler arasındaki münâsebetler açıklanıp cümlelerin taşıdığı ince ve gizli mânâların ortaya çıkarılmasına dikkat edilir. Bâzan gramerle ilgili açıklamalar yapılarak âyetlerdeki i‘rab vecihleri belirtilir. Yer yer mânânın anlaşılmasına yardımcı olacak ölçüde kıraat farklarına da işâret edilir. Tefsirde şiirlerin de delil olarak kullanıldığı görülür. Bütün bu özellikleriyle eser nahvî-edebî tefsirlerden kabul edilir.

Ebüssuûd Efendi, İsrâiliyat türünden rivâyetlere de yer vermiş, ancak bunlardan bazılarının uydurma olduğunu, akıl ve nakille bağdaşmadığını ifâde etmiştir. Hârût ile Mârût hakkında nakledilen rivâyet bunun bir örneğini teşkil eder. Müellif böyle bir rivâyete güvenilemeyeceğini, bu tür hikâyelerin sâdece irşad maksadıyla nakledilen mesellerden ibâret olduğunu kaydetmiştir. 

Müfessir, bazı İsrâilî rivâyetler hakkında ise doğru olup olmadığı hususundaki kuşkuyu belirtmek için ‘denildi, rivâyet edildi’ şeklinde ifâdeler kullanmıştır. Bu arada nâdiren işârî yorumlara da temas edilmiştir.

Ahkâm âyetlerinin tefsirinde bağlı bulunduğu Hanefî mezhebini öne çıkarmakla birlikte Ebüssuûd Efendi, zaman zaman diğer mezheplerin temel görüşlerini de özet hâlinde verir, kendi mezhebiyle diğer mezheplerin görüşleri arasında karşılaştırmalar yapar.

Müellif, dil ve belâgat yönüyle Arap edebiyatının doruk noktasında bulunan tefsirinden dolayı, ‘Zamanın görmediği, kulakların duymadığı sözler söylemiştir’ şeklinde sitâyişle anılmıştır.   Kâtib Çelebi de tefsirin nüshalarının İslâm dünyâsına yayıldığını, ifâde ve üslûbunun güzelliği sebebiyle büyük âlimlerin kabulüne mazhar olduğunu, el-Keşşâf ve Envârü’t-tenzîl’den başka hiçbir tefsirin bu ölçüde itibar görmediğini kaydeder. 

Ebüssuûd Tefsiri’ olarak bilinen ‘İrşâdü’l-'akli’s-Selîm’ isimli eserine Ebüssuûd’un yazdığı önsöz:

Allah’ın Yüceliği

Resulü Hz. Muhammed’i hidâyet ve hak din ile gönderen; ilâhı emir ve nehiylerle ilgili hükümleri muhtevî mukaddes usullerin âdet ve rükünlerinden büyük küçük her şeyi Resûl’üne bildiren; inananları her şeye galib ve üstün ve her türlü övgüye lâyık gören, Allah’ın sırat-ı müstakîmine ileten; daha önceki semâvî kitapları onaylayan; her işin doğrusunu söyleyen; hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bilakis kâinattaki her şeyin kendisine ihtiyaç duyduğu hak ma’buda ibâdeti emreden; bütünüyle ahenkli ve âyetleri birbiriyle müteşabih, tekrar tekrar bıkılmadan okunan ve okunduğunda haşyetiyle tüyleri ürperten; her güç meseleyi kolaylaştıran; gelmiş geçmiş bütün söz ustaları bir araya gelip toplansalar ve aralarında yardımlaşsalar bile benzerini veya eşdeğerini meydana getirmek hususunda bütün insanları ve cinleri âciz bırakan; beyyinelerin en âşikârı ve hüccetlerin en parlağı Kur’an-ı Kerîm’i, akıl sâhiperi üzerinde düşünüp ibret alsınlar diye eğrisi-büğrüsü olmayan bir Arapça ile Resûlü’ne indiren Allah ne yücedir!

Kur’ân’ın çağrısına uyan kurtulur.

Yüce Rabbimiz uzunca bir fetret devrinden sonra Hz. Muhammed’e Kur’ân’ı indirdi. O da insanlar sapıklık içindeyken onlara hak yolu gösterdi. Böylece bâtılın karanlığı sıyrılıp açıldı ve Hakk’ın nuru ufukta yükseldi. Şimdi kim Kur’ân’ın çağrısına uyarsa o kurtuluşa erer; kim ona karşı direnir, heva ve heveslerini Tanrı edinirse o felâket çukurunun kenarındadır ve sonuçta da oraya yuvarlanır. Şurası da bir gerçektir ki Allah’ın nurundan nasibi olmayan kimsenin âkibeti karanlıktır.

Yüce Allah Resulü Hz. Muhammed’e O’nun Ehl-i Beyt’ine, itaatkâr ve faziletli Ashab’ına, hayırda onların izinden gidenlere salât, selâm ve rahmet eylesin; onların şânlarını yüceltsin; yıldızlar birbirini izledikçe, gece ve gündüz birbiri peşinden gidip geldikçe salât ve rahmetini onların üzerine yağdırsın!

Bütün bunlardan sonra hidâyet eden, doğru yolu gösteren Rabbinin rahmetine muhtaç; O’nun fakir kulu Ebussuûd b. Muhammed Hamdi Hoca der ki:

Yaratılışın gayesi

Bu kâinat kitabının tek harfi henüz yazılı değilken O’nun meydana getirilmesindeki asıl sebep, âdem babamız henüz ortada yok iken, O’nun hamurunun yoğrulmasındaki derin hikmet; gerçek şeref, lütuf ve kerem sâhibi, her şeyi ilk yaratılıştaki hâline çeviren, öldürdükten sonra dirilten ve yaratan, şekil ve nizam veren, Yüce Yaratıcı’nın hakkıyla bilinmek ve kendisine ibâdet edilmek istemesidir. Bu maksada erişmek için de Kur’ân hükümlerini iyice anlamaktan başka yol yoktur.

Gerçi her şeye üstün Allah, sonsuz kudretinin delillerini kâinat kitabının sayfalarına yazmış; vahdaniyetinin bayraklarını maddenin cevher ve arazlarına dikmiş; cihanın her zerresini, bilginin her damlasını, kudret kaleminin geçtiği her noktayı, örneksiz icat levhasına yazılan her harfi cemâlini gösteren bir ayna; kemal sîfatlarını düşündüren bir vâsıta; şüphe götürmeyen kesin delil ve kendisine yönelenler için sapma imkânı vermeyen düz ve geniş bir yol kılmıştır. Özetle tabiatın her zerresi Rabbin belgelerini okuyup açıklayan bir hatib gibidir. Bu seslere kulak verip dinleyenler onun insanlara akılları ölçüsünde sırlarını açıkladığını, sorulanları uygunca cevaplandırdığını, hikmetlerinin bazılarını gizlediğini bazılarının da ince işâretlerini verdiğini göreceklerdir.

Yaratılışı anlamak için Kur’an’ın gerekliliği:

Söz konusu bütün bu belge ve delillerden yararlanmak; işâret ve alâmetleri maksada uygun kullanmak; o beşer üstü ifâdelerin mânâlarını, satır aralarında gizlenmiş kaza ve kader sırlarının sembollerini kavramak güç ve kuvvet sâhibi Allah’ın tevfıki olmadan yalnız insan aklının üstesinden gelebileceği bir şey değildir. İşte Rabbin kitabı Kur’an’ın indirilmesinden murad budur. Kur’an öyle bir İlâhî kitaptır ki İslâm’ı ayrıntılarıyla ortaya koyar. En üstün melekeler bu kitapla kazanılır, dünyâ ve âhiret saâdetine yine bu kitapla erişilir. Bununla beraber şânı yüce Kur’ân’ın âyetlerinden bâzılarının ifâdeleri kapalı olduğundan anlaşılmaları oldukça güçtür. Zâten onu her yönden mutlak mânâsıyla anlamak, semânın sonunu bulmak veya onun burçlarına çıkıp oturmak kadar imkânsızdır. Böyle olması da tabiîdir. Çünkü birbirinden farklı konulara temas eder; nazarî ve amelî bilim ve fenlerin birçok inceliklerini, şer’i hükümlerle bunların delillerini içerir; mülk ve melekût âlemlerinden haberler verir; aynı zamanda birtakım emirler ve yasaklar öngörür. Her zaman ve her ülkede kalem erbabının sultanları sayılan büyük âlimler, Kur’ân-ı Kerîm’i tefsire, âyetlerinin anlaşılmasını kolaylaştırmaya çalışmışlar ve bu alanda pek değerli eserler tasnif ve telif etmişlerdir.

Niyaz ve Duâ:

Celâl ve azâmet sâhibi, mülk ve melekût âlemlerinin tek yaratıcısı Rabbimden beni, niyet ve arzumu gerçekleştirmeye muvaffak kılmasını; yanlış ve yanılgıya düşmekten korumasını; bu eseri en güzel şekilde tamamlamak için bana yol göstermesini; kıyâmet gününde yararlanacağım en hayırlı hizmet saymasını niyaz ederim.

Ey yalvarıp yakarmak için yüzlerimizi koruyucu kapısına zilletle çevirdiğimiz Yüce Mevlâ! Ey dilek sâhiplerinin yüce katına el açtığı Rabbimiz! Tevfik nurlarını üzerimize yağdır; bizi hakîkatlerin ince sırlarına vâkıf eyle; hidâyet yolunda ayaklarımızı sâbit kıl; bizi buyruğuna ve rızana uygun olarak konuştur.

Bizleri bir an, bir sâniye bile kendi nefsimizle baş-başa bırakma; hayır neredeyse bizi oraya çek. İşte boynumuz bükük, başımız yerde, sana yalvararak sana geldik. Feyz dağıtan kapınızı çalıyoruz. Her işte sığınılacak yalnız Sensin. Senden başka Rabb’imiz yoktur, Senin hayrından başka hayır da yoktur. Bütün işlerin anahtarları Senin elindedir. Yaratmak da Senin, buyurmak da Senindir. Kıyâmet günü dirilişten sonra dönüş yine yalnız Sanadır. 

Yüce Allah’ın ulûhiyyeti, zerrelerine kadar bütün kâinatı kaplamıştır. Bu isbat gerektirmeyecek kadar apaçık bir hakikattir. Çünkü ulvî ve süfli varlıklar olsun; mücerret ve maddî varlıklar olsun; ruh ve cisim olsun; imkân ve vücût dâiresindeki her şey, haddi zatında Cenâb-ı Allah’ın gözetiminde bulunmaktadır. Eğer O’nun terbiyesinin (tanzim ve yönetimi) bağları bir an için kesilirse, anılan varlıkların hiçbiri yerinde duramaz, kendisini barındıracak bir yurt bulamaz. Bütün o varlık dediğimiz şeyler mahvolur, yokluğa yuvarlanır. Fakat şânı Yüce Cenâb-ı Akdes, hiçbir varlıktan rahmet bağını kesmez; geçen her zamanda ve akıp giden her anda kendi zâtından, vücûdundan, sıfatlarından ve kemâlâtından kaynaklanan öyle feyiz, bereket, lütuf ve ihsan yağdırır ki, bunların çeşit ve miktarları ifâde kudretimize sığmaz; onları ancak Alîm / her şeyi hakkıyla bilen ve Habîr / her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah bilir. İlâhî kanun ve sistemin zorunlu gereği budur; çünkü mümkinâttan hiçbir varlığın, başlangıçta İlâhî kudret olmaksızın, kendi başına var olması düşünülemeyeceği gibi, varlık âlemine çıktıktan sonra varlığını devam ettirmesi de düşünülemez... Varlığın bekası da yine onu ilk yaratan Yüce ve Aziz Rabbimiz tarafından sağlanır. Daha başlangıçta, bir varlığın, yokluğun kapıları kendisine tamamen kapatılmadan varlık âlemine çıkması tasavvur edilemez. Keza o varlığın, mucib sebebine bağlı olarak varlık âlemine çıktıktan sonra yokluğa giden arızî yollar tamamen kapatılmadan varlık olarak devamı da düşünülemez. Devamlılık vasfı, zorunlu bir vücudun (var olmanın) özelliklerindendir.

EBÜSSUÛD EFENDİ’NİN DİĞER ESERLERİ – 1 

1-FETÂVÂ-YI EBÜSSUÛD EFENDİ:

İstanbul kütüphânelerinde Ebüssuûd Efendi’ye nisbet edilen fetvâların derlenmesiyle meydana gelmiş birçok fetvâ mecmuası vardır. Beyazıt Devlet Kütüphânesi’nde bulunan Ebüssuûd Efendi’ye ait iki fetvâ mecmuası yeniden düzenleyerek yayımlamıştır. 

Ebüssuûd Efendi’nin fetvâlarını, biri ülkedeki bütün kadıları bağlayan fetvâlar, diğeri onun bir müftü olarak dinî konularda sorulan sorulara verdiği cevaplar olmak üzere iki gruba ayırmak mümkündür. Birinci gruba girenler ‘fetvâ-yı şerîfe’ adıyla padişaha sunulup tasdik edildikten sonra, devlet başkanının ictihadî meselelerden birini tercih etmesi durumunda onunla işlem yapılacağı prensibi gereği devletin bütün kadıları için bağlayıcıdır. Ma‘rûzât’ta yer alan Ebüssuûd’a ait fetvâlarla kānûn-ı cedîdin nüvesini teşkil eden fetvâlar, Budin Kanunnâmesi’nin mukaddimesi olarak kaydedilen ve mîrî arazinin esasını tanzim eden fetvâlar, gedik, icâreteyn, istibdâl gibi konulara ait fetvâlar bu gruba girmektedir. Bu tür fetvâlar kanunnâmeler gibi hukukî mevzuat arasında yer almış ve günümüzdeki ictihadı birleştirme kararlarının fonksiyonlarını îfa etmiştir. Ebüssuûd Efendi’nin bu fetvâları, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar yapılan bütün hukukî düzenlemelere temel teşkil etmiştir. Meselâ vakıf müessesesinin zirveye ulaştığı bir dönemde Ebüssuûd Efendi vakıflarda gedik meselesini araştırarak çalışmasını bir risâle içerisinde Kanûnî’ye fetvâ-yı şerîfe şeklinde arzetmiş ve Osmanlı Devleti’nde asırlarca uygulanan, bazan faydalı, bazan da zararlı sonuçlar doğuran gedik hakkının temeli Ebüssuûd’un bu fetvâsı ile atılmıştır.

Yine mîrî arazi rejimi, Ebüssuûd Efendi’nin bütün kanûn-ı cedîd nüshalarının baş tarafında zikredilen fetvâlarında her yönüyle açıklanmıştır. Hatta Budin Kanunnâmesi’nin mukaddimesinde mîrî arazi meselesi fetvâ şeklinde açıklandığı gibi Sultan İkinci Selim Han döneminde hazırlanan Üsküp Kanunnâmesi’nin mukaddimesinde de konu çok açık biçimde ve fetvâ tarzında beyan edilmiştir. Ayrıca sûfîler, kızılbaşlar ve Şiîler’le ilgili fetvâları ile mâlikâne-divanî sistemi ve Osmanlı vergi hukukunu yakından ilgilendiren öşür ve aksâmı hakkındaki fetvâları Osmanlı hukukunda derin izler bırakmıştır.

Ebüssuûd’un birinci gruba giren fetvâlarını diğer fetvâlarından ayıran en önemli özellik, bunların cevaplarının kısaca ‘câizdir’ veya ‘câiz değildir’ şeklinde olmayıp bazan müstakil bir risâle teşkil edecek tarzda gerekçeleri ve delilleriyle birlikte geniş olarak verilmesidir. Meselâ onun nakit para vakfının meşrû olduğunu ileri süren ve Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi’nin aksi yöndeki görüşlerini tenkit eden fetvâsı nakit para vakfı hakkında müstakil bir monografi gibidir. İmam Birgivî’ye karşı yine aynı konuda kaleme aldığı fetvâ da müstakil bir risâle olarak basılmıştır. Sorulan soru ile ilgili fıkıh kitaplarında farklı görüşler ortaya atılmış ve Ebüssuûd da bunlardan birini tercih etmişse bunun delillerini etraflı şekilde fetvâlarında aksettirmiştir. Bu hususta Ebüssuûd Efendi’nin İslâm hukukuna ve Osmanlı uygulamasına katkısı çok önemlidir.

Ebüssuûd Efendi’nin ikinci gruba giren, O’nun bir müftü olarak İslâm hukukunun hemen her dalına ait verdiği fetvâlar ise çeşitli kişiler tarafından klasik fıkıh kitaplarının sistematiğine uygun şekilde bir araya getirilmiştir. Ebüssuûd müftülüğü süresince verdiği fetvâları bizzat kendisi tedvin etme imkânı bulamamış, ancak daha hayatta iken kâtipleri ve talebeleri onun fetvâlarını derleyip düzenlemişlerdir.

2-Macâkıdut-tarrâf fî evveli sûreti'l-Feth minel-Keşşaf: Türkmenistan’ın Taşavuz / Daşoğuz olarak da bilinen Zemahşer şehrinde doğması sebebiyle, Türk asıllı olabileceği de belirtilen Fars kökenli olarak kayatlara geçen Zemahşerî’nin (1075-1144) el-Keşşâf adlı tefsirindeki Fetih sûresiyle ilgili bölümünün haşiyesidir. 

3-Tefsîru sûreti'l-Furkân: Furkan sûresi, Allah Teâlâ'nın yüceliğini, evrendeki hükümranlığının mutlaklığını vurgulayan ve O'nu ulûhiyyetine yakışmayan niteliklerden tenzih eden âyetlerle başlar; Kur'an'ın ilâhî kaynaklı ve Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğu hususundaki kuşkuları reddeden açıklamalarla devam eder. 

4-Tefsîru sûreti'l-Mü’minîn: Mü’minun sâresinin tefsiridir. Sûrenin girişinde sözü edilen mutluluğun mekânını teşkil eden cennete vurgu yapılmaktadır. Sûrenin ilk âyetlerinde cennete gireceklerin vasıfları, namaz ve zekât ibâdetlerini yerine getirmek, emânete riâyet etmek, faydasız söz ve davranışlardan sakınmak ve iffetlerini korumak diye ifâde edilmiştir

5-Risale fî bahsi îmâni'l-Fir’avn: Firavun’un imanıyla ilgili olup son nefesinde iman eden kimsenin imanının sahih olduğunu söyleyen âlimlere karşı yazdığı bir reddiyedir.

Bu eser, Mü’minun sûresinin tefsiridir. Son nefeste tevbe meselesi, İslâm’ın en çok tartışılan konularından biridir. Bâzı âlimler, tevbenin; Allah’ın Müslümanlara bir ihsanı olduğunu, ölüm alâmeti başlayıp yaşamaktan ümidi kesilen insanın tevbesinin sahih olacağı, kabul edileceği görüşündedir. Aksi görüşte olanlar da vardır. Ebüssuûd Efendi, son nefes öncesinde iman etmenin sahih olmayacağını, teferruatı ve delilleriyle anlatıyor. Teferruat ve delillerde, ölüm ânındaki insanı teselli edecek hususlar da yer alıyor. 

(DEVAM EDECEK)

BOĞAZİÇİ YAYINLARI: Alemdar Mahallesi Çatalçeşme Sokağı Nu: 44 Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul Telefon: 0.212-520 70 76 Belgegeçer: 0.212-526 09 77  e-posta: bogazici@bogaziciyayinlari.com //   www.bogaziciyayinlari.com.tr