Kitâbiyat 495/10

Abone Ol

Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle AHMET KABAKLI’nın  Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri – 10

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

SİZ FÂNÎ İDİNİZ DUÂNIZ BÂKÎ

BELKIS İBRAHİMHAKKIOĞLU

Dünyaya ait fotoğrafları toparlayıp geriden gelenlere emânet etmeye hazırlandığınızı hissediyordum.

Gitmek istediğiniz yer, ne erguvanların mevsimi, ne kalabalıkları kucakladığınız mekânlar, ne târihin derinliğiydi.

Ötelerden çağrılıyordunuz. Ve o gün Boğazla helâlleştiniz.

Erguvanlarla ilk siz tanıştırmıştınız. Pırıl pırıl bir bahar günüydü. Boğaz’ın kıyıları henüz böylesine hoyratça hırpalanmamıştı. O yürüyüşte tabiatla aranızdaki aşkın şâhidi olmuştum. Beykoz yolundaki fıstık ağacı, iğdelerin baş döndüren kokusu hayatıma sizinle girdi.

Ben, saksı çiçekleri annelerin elinde serpilir bilirdim. Çünkü annem dünyâyı terk ettiğinde çiçeklerimiz kurmuştu. Yıllar sonra balkonda yetiştirdiğiniz çiçeklere her sabah coşkuyla su verdiğinizi seyrettiğimde anladım ki çiçekler sevginin elinde can buluyormuş.

Sevgili Hocam, Harputlu Ömer Efendi’nin yetimi, yetimliğin hüznünü ömrünce gönlünde taşıyan güzel insan. Haberi işittiğimizde hastahânenin iç bahçesinde toplaştık. İsmimizin başına sevgili sıfatını ekleyerek hitap ettiğiniz büyüklü küçüklü biz çocuklarınız orada öylece bekledik. Yanımıza gelseydiniz önce teker teker hepimizin ve yakınlarımızın hatırını sorar, sonra mevsime inat ısıtan güneşten, bahçedeki ana kucağını hatırlatan salkım söğütten bahsederdiniz. Bekledik, ama gelmediniz.

Başka bir gün Yuşa Tepesi’ne kadar uzanmıştık. Hastalık bedeninizi mecalsiz bırakmıştı, ama geçmişin sesini duyuran her şey her zamanki gibi hocalık heyecanınızı ateşliyordu. Hazretin makamında bizi biz yapan, ruh dünyâmızı yoğuran değerlerimizi yetiştirdiğiniz bütün öğrenciler karşınızdaymışçasına o tok vurgularınızla anlattınız anlattınız... Ziyâret için orada bulunan çoluk çocuk, genç ihtiyar herkesin dikkatini çektiniz, ilgiyle dinliyorlardı. Bu  mübârek makamı hangi duygularla ziyâret ettiklerini bilemezdik. Ama belli ki, hissedip de dillendiremediklerine tercüman olmuştunuz. Sizi tanıyanlar ‘Hocam’ diye etrafınızı çevirdiler. ‘Hocam’, size nasıl da yakışan bir hitaptı. Gururla, onurla taşıdığınız icâzetinizdi âdeta. Yine o dik duruşunuz ve hoca gülümseyişinizle hatırlarını sordunuz. Bu memleketin bütün evlâtlarını öz evlâdınız bildiğinizden karşınızdakinin kim olduğu, ne iş yaptığı, hangi fikrin peşinden gittiği aklınıza gelmezdi. Zira siz ayrılıkların değil, birliğin savaşçısıydınız.

Yaklaşan yolculuğun kalbe yansıması olsa gerek, Yuşa Tepesi’nin yeşilden gökyüzüne uzanan ufku bize sonsuzun huzurunu duyuruyordu. Ölümden konuştuk. Ruh ikliminizin mürşidi Yunus Emre’nin mısralarını okudunuz: ‘Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez’. 

Yuşa dönüşü, Kanlıca'da mola verdik. Denize uzanan kahvede çay içerken dalgındınız. Şâirin dediği gibi, duyup da anlatamadığımız bir  şeyler vardı. 

Sık sık böyle alıp başımızı bir yerlere gitmeliyiz’ derken sesiniz mahzundu. Dünyâya âit fotoğrafları toparlayıp geriden gelenlere emânet etmeye hazırlandığınızı hissediyordum. Gitmek istediğiniz yer, ne erguvanların mevsimi, ne kalabalıkları kucakladığınız mekânlar, ne târihin derinliğiydi. Ötelerden çağrılıyordunuz. Ve o gün Boğaz’la helâlleştiniz.

Birlikte kültür târihimizde iz bırakan nice değerli ismi ebedî âleme uğurlamıştık. Siz zor günlerin dostu idiniz. Sevdalısı olduğunuz dergiyle kucakladığınız sevgili dostlarınızın ömürlerinin son sayfalarında hep sizin isminiz vardır.

Her kimin kaleminden kültürümüz adına sayfalara damla düşse, yüreğinize sel olur akardı. Gizli bir ahdiniz varmışçasına onları sıkıntılı zamanlarında yalnız bırakmamayı boynunuzun borcu bilirdiniz. Onca gaile ve meşgale arasında mutlaka zaman ayırır ziyâretlerine giderdiniz. Çoğunlukla yanınıza aileniz olarak kabul ettiğiniz vakfın mensuplarını da alırdınız. Ahmet Bey (Taşgetiren), Ayla Abla (Ağabegüm), İsa Bey (Kocakaplan), rahmetli Vahap Bey (Elbir), Mehdi Bey (Ergüzel), Cemal Bey (Aydın), Gazi Bey (Altun) ve daha nicelerimizin hafızasında bu kadirşinaslığınızın hatırları örnek olarak nakışlanmıştır.

Her ziyâret dönüşü huzur ve teessürü yan yana yaşardınız. Kültür adını taşıyan bir Bakanlığın memleketin yeri doldurulmaz kıymetlerine karşı bîgâneliği sizi hem öfkelendiriyor, hem derinden yaralıyordu. Kör ve sağır vicdanları biraz olsun diriltirim umuduyla yılmadan yazıyor, yazıyordunuz. Hiç bir partiye, cemaate, gruba hoş görünmeye tevessül etmeden memleket için, millet için inandıklarınızı ibâdet aşkıyla kaleme alırdınız. Fâtih Camii avlusunu dolduran binlerin sizi, dînî ve millî ahlâkımıza yaraşır sükûnetle uğurlayışları, slogan değil, inanç insanı olduğunuzu resmeden çok anlamlı bir tabloydu.

Duâ yerde kalmazmış Hocam. Siz fânî idiniz, duânız bâkî. Ümit Meriç Hanımefendi’nin ifâde ettiği gibi; ‘ektiğiniz tohumlar bir gün mutlaka yeşerecektir.’ 

Siz yarınların soluğunu teneffüs eden Hoca Ahmetlerdendiniz. Her çocuk ve her genç gözünüzde kıymetti. Bulunduğunuz mecliste çocuklar varsa ilk onları görürdünüz. Başlarını okşar, şakalaşırdınız. Ziyaretinize gelen gençleri ayakta karşılar, ciddiyetle dinler, kapıya kadar uğurlardınız. Gençler, sizinle yüz yüze gelmek için, saatlerce kapı önlerinde beklemez, sekreter barikatlarına takılmaz, soğuk nazarlarla karşılaşmazlardı. Kalbiniz gibi, kapınız da açıktı. Vakıfta yetiştirdiğiniz genç kardeşlerimizden Süheyla Derindere, Muhsin Karabay’ın hâtıraları arşivleyen kamerasına dönüp ‘Hoca bizi adam yerine koyardı. Şahsiyet olduğumuzu öğretti’ diyordu, gençler adına.

Sevgili Hocam, adınıza hazırladığımız anıt sayı için yazılan bu yazıda sizi size mi, kendime mi, yoksa okuyucuya mı anlattığımı ayırt edemiyorum. Yanı başımızda iken hayatın içerisine dağılan görüntüleriniz, yokluğunuzla hakîkatin aynasına düştü. Hep öyle değil midir? Hâdiselerin gölgelediği çehreyi bize ölüm gösterir. Yazar, Hatip, Dâvâ Adamı, Hoca, Dost, Sevgili, Eş, Oğul, Baba, Amca Kabaklı’nın cümle vasıfları, insan Ahmet Kabaklı’da noktalandı.

Servet (Kabaklı) kardeşimle vakıftaki odanızda fotoğraflarınızı ve mektuplarınızı masanın üzerine yaydık. Zihnmizdeki eksik parçalar hâtıralarla tamamlanıyor. işte ‘anam’ dediğinizde yüreğinizden ses veren Münire Hanım. Sizi masallara tutkulu kılan kadın… Ondan hiç ‘annem’ diye bahsettiğinizi işitmedim. Öğrencilerinizin arasında Aydın’dasınız, Meşkûre Hanım’la tanışıp evlendiğiniz yıllar. Dal gibi boyunuzla Sen Nehri kıyısındaki parmaklıklara yaslanmışsınız, Paris’tesiniz.

Harput’ta Ejderha Taşı’nın yanında durmuşsunuz. İçinde büyüdüğünüz ve içinizde büyüttüğünüz masalların işâret taşı, işte ‘pişik tivi’ teorisinin mûcidi üç kafadar. Okul arkadaşlarınız Celâl, Şahap ve siz. Bu şakayı anlatırken attığınız kahkahalar kulağımda çınlıyor. Elazığ şivesiyle ‘pişik tivi’ kedi tüyü demek. Ankara’da bu tâbiri kim bilir? ‘Pişik tivi’ dediğinizde yüzünüze ‘o da ne’ dercesine bakanlara yeni bir felsefî akım olduğunu söylüyormuşsunuz. Tabii bu akımın bir de târifi olmalı. ‘Pişik tivi’ etrafında gelişen hayalî teorileri anlatırken cümleleriniz kahkahalarınızla kesilirdi. Şakalaşmaktan her zaman çocuksu bir masumiyetle hoşlanırdınız.

Şıklığınız ve zarif duruşunuz bütün fotoğraflarınızda dikkat çekiyor. Şıklık ve zarâfet, kaşınızın biçimi, bedeninizin şekli gibi tabiî hâlinizdi. İntizamı severdiniz. Size tevdi edilen her meseleye eğilişinizdeki titizliğinize imrenirdik. Küçük kâğıtlara notlar alır, gücünüzün yettiğince yardımcı olmak için çırpınırdınız. İşi biten notları karalar, eksik kalanları başka bir sayfaya aktarırdınız. Neticesi ne olursa olsun, kimseyi habersiz bırakmazdınız. Yetiştiğiniz dönemlerin terbiyesi amellerde rızâyı esas tuttuğundan, kalbî teşekkürden öte karşılık beklemezdiniz.

Bu yazı bitmez Hocam. Yokluğunuz insan Kabaklı’yı çoğaltıyor içimde. Yeni zamanlar kendi dilini oluştururken anlayışları da peşinden sürüklüyor. Ama ruhun arayışı değişmiyor. Kalpten kalbe yürüyen yolda iz bırakanlardansınız. Sizi yazılarınızdan tanıyan genç okuyucunuza; ‘Hoca’nın senin üzerinde de hakkı vardır’ dediğimde, sesi titredi. Emânetiniz taşınacaktır inşallah. Biz sizden razıyız, Rabbim razı olsun. 

(Türk Edebiyatı Dergisi: Mart-Nisan 2001. S: 329-339, s: 80-82)

ESERLERİ

49-53-TÜRK EDEBİYATI: 

(1. Cilt: 620 sayfa / 1994 - 9. Baskı) 

(2. Cilt: 904 sayfa / 1997 - 9 . Baskı)

(3. Cilt: 771 sayfa / 1997 - 9. Baskı)

(4. Cilt: 806 sayfa / 1991 - 8. Baskı)

(5. Cilt: 1024 sayfa / 1997 - 8. Baskı)

(5 Ciltte Toplam: 4125 sayfa)

(2004 Yılında 5 cilt birlikte, Ankara Ticâret Odası’nın desteğiyle her bir ciltten 1000’er adet basılmıştır.)

Ahmet Kabaklı eserinin önsözünde, ilk 3 cildini 6 yılda meydana getirdiği esrine ‘Edebiyat Ansiklopedisi’ veya ‘Türk Edebiyatı Târihi’ isimlerinden birini tercih etmediğini, 1300 yıllık Türk edebiyatının geçmişteki seyrini, ‘zaman’ içine koyarak göz önüne serdiğini açıklıyor. 

İkinci ciltten başlayarak kişiler ve devirler, târih sırasıyla devam edip günümüze kadar geliyor. Bütün ciltlerde Doğu ve Batı edebiyatına dâir bilgiler ve örnekler vardır. 

Birinci ciltte yer alan bahislerden seçmeler: *Edebiyat Nedir, *Türk Destanları, *Halk Hikâyeleri, *Mizah, *Türk ve Batı Edebiyatında Edebî Akımlar,*Müzikli Oyunlar, *Roman, Hikâye ve Edebî Târih, *Halk Edebiyatında ve Yeni Edebiyatta Nâzım Şekilleri. 

Edebiyatın Târifi:

Matematik gibi akılcı ve fizik gibi deneyli ilimlerde târifler çok önemli ve kesindir. Fikir ve sanat dallarında ise kesin olamayacağı gibi önemli de sayılmaz. Burada târifin görevi öğretmekten çok düşündürmektir. Söz gelişi şiir kavramının binlerce târifi yapılmıştır. Hepsi de doğruya benzer. Ama hepsi doğruya benziyorsa, hiçbiri doğru değil demektir. Bütün bunlar, şiiri ‘bir başka açıdan’ görüşler olduğu için târif edenin zevkine ve sanat anlayışına göre değişebilir. Edebiyatın târifi de böyledir. Meselâ sözlük, onu şu cümleyle tanıtıyor: 

‘Edebiyat, düşünce duygu ve hayallerin söz ve yazı hâlinde güzel etkili bir şekilde anlatılması sanatıdır.’ 

Ve Ahmet Kabaklı’nın târifi: ‘Edebiyat bilgi, gözlem ve deneyişlere dayalı duygular, düşünceler, hayaller yardımiyle, güzel söz ve yazı eserleri meydana getirme sanatıdır.’ 

Bu bölümün sonraki sayfalarında ‘Edebî Eser’, ‘Edebiyat Târihi’, başlıkları altında doyurucu bilgiler veriliyor. 

Her bölümün sonunda ‘Okunacak Kitaplar’ başlığı altında listeler var. 

İkinci cilt, ‘Türk Edebiyatında Devirler’ bölümü ile başlıyor. Saka Türkleri, Hun Türkleri, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular ve Çağatay dönemlerinden sonra Anadolu Türk Edebiyatı ile 19. yüzyıla ulaşılıyor. Her bir dönemin verimlerinin eserleri, ismen verildiği gibi örnekler de sunuluyor. Okuyucunun; Türklerin ‘edip millet’ olduğu kanaati pekişiyor. 

Telif ettiği 100’den fazla romanı ile Fransız edebiyatının önde gelen ismi olan Honore de Balzac; ‘Edebiyat, insan topluluklarını millet hâline getiren en mühim unsurdur’ diyor. Necip Fâzıl Kısakürek de ‘edebiyatsız millet olmaz’ diyerek Balzac’ı destekliyor. Edebiyatla alâkalı 4000 sayfalık eser yazdığına, Edebiyat Vakfı’nı kurduğuna, yayını 50 yıldır devam eden Türk Edebiyatı Dergisi’ni kültür ve yayın dünyamıza kazandırdığına göre Ahmet Kabaklı da mutlaka aynı kanaattedir. 

Bu ciltt edebiyatımızın yüz akı Dîvân şiirimiz ve dîvan şâirlerimiz ve de örnekleriyle birlikte şâir hükümdarlarımız 300 sayfa boyunca gergefte işlenen nakış gibi okuyucuya sunuluyor. Eserin ikici cildinin son bölümünde Karacaoğlan’dan Bayburtlu Çoban Celâlî’ye kadar halk ve saz şâirlerimiz var. 

Üçüncü cilt: ‘Batıya Yönelmiş Türk Edebiyatı’na tahsis edilmiş. Bilindiği gibi Türkler, -muhtemelen üzengi denilen âleti icat ettikten sonra- Orta Asya’da iken bile Batıya yönelmişlerdi. Yönelişler, ‘Eftalitler’ olarak da anılan Ak Hunlarla başladı ‘Tanrının Kırbacı’ olarak târihe geçen Attilâ, kardeşi Bleda ile birlikte Batı Roma’yı haraca bağladı.   

O zamanki yöneliş, coğrafî sâhada idi. 3 Kasım 1839'da Mustafa Reşid Paşa tarafından ilan edilen ‘Gülhâne Hattı Hümâyunu’ da denilen yenileşme beratının yürürlüğe konulması ile başlayan ‘siyâsette Tanzimat Dönemi’ edebî akımlara da sirâyet etti ve ‘Tanzimat Edebiyatı’ doğdu.  Tanzimat Edebiyatı’nın öncüsü 1826-1871 yılları arasında yaşayan, Osmanlı Devleti’nin desteği ile 1849-1854 yılları arasında Fransa’da eğitim gören İbrâhim Şinâsi’dir. O’nun ardından Ahmed Mithad Efendi, Şemseddin Sâmi, Abdülhak Hâmid Tarhan ve Sâmipaşazâde Sezâî, gibi isimler de batı tarzında eserler vermeye başladı. 

Ahmet Kabaklı eserinde bu şahıslar ve diğer Tanzimat edebiyatçıları hakkında bilgiler ve eserlerinden örnekler verdikten sonra Servet-i Fünûn Edebiyatçılarını ve eserlerini mercek altına alıyor: Tevfik Fikret, Hâlid Ziya (Uşaklıgil), Hüseyin Rahmi (Gürpınar), Hüseyin Câhid (Yalçın), Mehmed Rauf ve Ahmed Râsim… 

Ardından Millî Edebiyat dönemi geliyor. Necip Âsım (Yazıksız), Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Mehmet Âkif (Ersoy), Midhad Cemal (Kuntay), Ahmed Hâşim, Yahya Kemal Beyatlı ve Fâruk Nâfiz Çamlıbel.

(Bu yazı dizisini hazırlayanın nâçiz kanaatine göre -edebiyatçı olmaması sebebiyle yanılmış olabileceği de göz önünde bulundurularak- Kabaklı Hocamızın, Servet-i Fünûn yazarları arasına dâhil ettiği Cenap Şahabeddin, Süleyman Nazif, Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve Mehmed Emin Yurdakul’u da Millî Edebiyatçılar grubuna dâhil etmek gerekir.) 

Dördüncü Cilt: Geniş bir yelpazeye yayılan edebiyatımızla alakalıdır: *Yeni Edebiyat, *Düşünce akımları ve ideolojiler, *1940’dan sonra şiir, *Yeni gelenekçi şiir, *Garipçiler, *Hisarcılar, *Türk Edebiyatı Dergisi, *Aruzu devam ettirenler,*İkinci Yeni, *1980’li yılların şiiri, *Toplumculuğu devam ettirenler, *Yeni İslâmcı Akım, *Yirminci Yüzyıl’ın halk şâirleri, *Yirminci yüzyıl Türk edebiyatları, *Yirminci yüzyıl Azerbaycan şiiri başlıkları altında şâir ve ediplerle eserlerinden örnekler ile Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat (Horuzcu), Can Yücel, Ümit Yaşar Oğuzcan, Özdemir Âsaf, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fâzıl Hüsnü Dağlarca gibi tanınmış isimler bulunuyor. 

Liste hayli uzun. ‘Mısırkalyoniğne’ kelimesinin bile başlı başına şiir olduğunu iddia eden İlhan Berk’ten, verimlerine kelimenin tam mânâsıyla ‘şiir’ denilecek eserler veren Mehmet Çınarlı, Ömer Lütfi Mete, Erdem Beyazıt, Ayhan İnal, Yavuz Bülent Bâkiler, Âşık Veysel, Bahtiyar Vahapzâde gibi isimler de yer alıyor. 

Beşinci Cilt: ‘Birkaç Söz’ ile başlıyor. 12 Ağustos 1993 târihinde kaleme alınan metinden birkaç cümle. ‘Destanlar devrinden günümüze kadar kültür mâcerâmızı içine alan bir edebiyat târihinin tam olabilmesi için, son elli yılda meydana getirilen verimlerin de tanıtılması hiç olmazsa varlıklarının ortaya konulması gerekir. Öyle yapacağız. Şimdi tasarladığımız altıncı ciltte, son 50 yılın deneme, tenkit, hâtıra, röportaj, makale, fıkra, seyahat yazılarını ve onların yazarlarını, Güldeste (Antoloji) hâlinde okuyucularımıza sunacağız.’ 

Vakıf yöneticilerinin belirttiğine göre Kabaklı Hoca, vefatından önce 6. Cildin hazırlıklarını yapmıştır. Fakat bıraktığı müsveddelerin tasnifi hususunda karşılaşılan güçlükler sebebiyle basımı gecikmiştir. Ümit edilir ki, kısa zamanda zorluklar aşılır ve 6. Cilt de kültür dünyâmıza kazandırılır. 

‘Külliyat’ denilebilecek muhtevaya sâhip olan Türk Edebiyatı ciltlerinin beşincisinde Mithat Cemal Kuntay, Safiye Erol, Sâmiha Ayverdi, Samet Ağaoğlu, Alev Alatlı, Selim İleri, Târık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Emine Işınsu, Mehmet Niyâzi Özdemir, Sevinç Çokum, Râsim Özdenören gibi isimler ve eserleri ile Postmodernizm ve Son Yeni’nin isimleri ve eserleri hakkında bilgiler var. Bu cilt, Türk dünyasının medâr-ı iftiharı  Cengiz’lerle sona eriyor: Dağcı ve Aytmatov.  

Türk Edebiyatı ciltleri, bütünü itibariyle edebiyat bölümü öğrencileriyle birlikte, edebî sanatlarla alâkadar olan, okuyucu ve yazar adayı ve hattâ yazarlığı meslek edinmiş kişilere hitap eden hazine değerinde bir eserdir.