CÂRİYENİN AŞKI

İslâm'ın târih sahnesine çıkışından evvel Arabistan Yarımadası'nda farklı bir kültür vardı. İslâm gelince bazı unsurlarını bıraktı, bazılarını da yasakladı, kaldırdı. Kölelik meselesi de kaldırılanlardan biriydi. Ancak İslâm'ın devreye soktuğu tedbirlere rağmen, Câhiliye döneminin Arabı, asırlardır sömürdüğü böyle bir töreyi terketmede direnç gösterdi. Allah elçisi direnmeleri Kur'ânî eğitim felsefesi prensipleriyle bastırıp İslam'ın adâlet düzenini hâkim kıldı. Bu sebeple İslâmî döneme geçiş sancılarla mümkün olabildi.

Sadık Güner, ‘Câriyenin Aşkı’ isimli fevkalâde sürükleyici romanında, geçiş dönemindeki sözü edilen olayların yürekler kanatan bir bölümünü, bir câriyenin hayatı üzerinden ve çarpıcı ifâdelerle; gönüllerde ve hâfızalarda iz bırakacak şekilde anlatıyor. 

Romanı soluk soluğa okurken, sayfalar ve cümleler arasında kendisini unutan okuyucu, nasıl geçtiğini bilemediği 3-5 saatin sonunda, okumayı bitirdiğinde; Rabb’ine dualarını ve şükranlarını, O’nun Rasûlü, iki cihan serveri Efendimize, ashabına ve askerlerine salât ve selamlarını gönderiyor. 

Sadık Güner’in, filme alındığında, Minyeli Abdullah kadar rağbet görecek harikulâde romanının ilk sayfalarından tadımlık bir bölüm:  

Uyuyalı fazla olmamıştı; köpeğin havlaması ile irkildi. Kalktı ve oturdu; ses dinledi. Köpeğin havlama sesinden hiçbir şey işitemiyordu. Kalkıp dışarı çıktı; köpeğe sitemle ‘sus’ diye bağırdı. Köpek sesini kesince dikkatle dinlemeye koyuldu. Çölün derinliklerinden çakal ulumasına benzer sesler geliyordu. Çakal mı, kurt mu...? Hayvan sesi olduğuna hükmetti ve geri döndü. Köpek tekrar şiddetlice havlamaya başlamıştı. Endişelendi. Köpeği sakinleştirip seslerin geldiği yöne doğru dikkatlice bir defa daha baktı. Bu defa uzaklarda hareket eden karaltılar fark etti. Hemen oğlu Amr’ın kaçırıldığı baskını hatırladı ve endişelendi. Emin olmak için dikkatlice baktı, atlılara benziyorlardı. Bu saatte dost grupların buralarda dolaşması pek olağan değildi. Başka türlü olamazdı; gelenler haydutlardı. Koşarak eve girdi ve kısık ama keskin sesle çağırdı;

-Kalkın! Çabuk kalkın! Haydutlar geliyor!

Eşi Zeynep korkuyla yataktan fırladığı gibi küçük kızı Asiye’yi kucağına aldı ve kocasına, ‘Leyla’yı al! Leyla’yı al!’ diye yalvardı.

Dinar Leyla’yı elinden tuttu, çekti, dışarı fırladılar ve evin arkasına düşen kayalıklara doğru kaçmaya başladılar. Küçük kızları Asiye dokuz aylıktı; Leyla on iki yaşında... Can havliyle kayalıklara doğru koşuyorlardı ama Zeynep aksak bacağıyla koşmakta zorlanıyor, geri kalıyordu. Dinar durdu, seslendi:

-Koş! Koooş!

Hem koşuyor hen düşünüyordu: ‘Eşim Zeynep topal, ben tek kollu ve ikimiz de yaşlıyız; işlerine yaramayız. Bu haydutlar bizi öldürür! Bebeğimizi de öldürürler. Ama Leyla! Leyla’yı götürürler. Körpeciğime pazara gidene kadar her gece tecavüz ederler. Ardından pazara götürüp satarlar. Alan da câriye olarak kullanır. Yavrum hâmile kalır; o haliyle üstesinden gelemeyeceği işlerde çalıştırılır. Beceremeyince kırbaçlarlar. Senelerce ölüp ölüp dirilir. Her gün işkence ederler, vücudu yara bere gene de iş buyururlar; yapamaz, gene kırbaç! Ölene kadar cehennem hayatı yaşar. Ben şimdi yavrumu kendi ellerimle onlara nasıl teslim ederim!’

Panikledi!

Kızını öldürmek geçti içinden... ‘Götürürlerse ömür boyu işkence ve ıstırap çekecek, iffeti beş paralık olacak, yaşadıkça o minicik göğsü ateşlerde yanacak. Onca acıya nasıl dayanır benim yavrum! Ben öldürürsem hiç değilse bir kez eziyet çeker ve ölüp kurtulur. Bizim de gözümüz arkada kalmaz...’

Aniden arkasından bir ses...

-Dur! Boşuna kaçma!

Hemen çolak kolu ile Leyla’yı kavrayıp sağlam eliyle gırtlağını sıkmaya başladı. Hem koşuyor, hem kızını boğmaya çalışıyordu. Leyla bayağı ağırdı, koşmasını engelliyordu. Kısılmış nefesiyle ‘Ebî’ diyebildi. Babasının elinde asılı kalmış, bacaklarını havada çırpıyordu. Dinar hem koşuyor, hem işini bitirmeye çalışıyordu. Birden tökezledi, yere düştü. Kızı kucağındaydı. Düşünce Leyla elinden kaymış, ayrı düşmüşlerdi. Atlı da tepesinde dikiliyordu. Dinar başladığı işi bitirmekte çok kararlıydı. Çünkü yaşarsa kızının yüzüne nasıl bakacak, yapmaya çalıştığını ona nasıl açıklayacaktı. Önceki hareketini haydudun, ensesinde patlayan yüksek sesi tetiklemişti. Ama şimdi kızı hem korkulu, hem şaşkın, hem merhamet dileyen bakışlarıyla babasını süzüyor, Dinar bu bakışlar karşısında eriyip tükeniyordu. Leyla artık kendini büsbütün savunmasız hissediyor, babasına dahi sığınmaya cesâret edemiyordu. Kime, nereye sığınacağını, canını nasıl kurtaracağını bilemiyordu. Bu arada yaşadıklarına direnememiş, korkudan her türlü altına kaçırmıştı. Bu hâlde ikisi de bir süre durakaldılar. Atlı vahşi ayağa kalkmalannı emretti. O sırada annesi de yakalanmış, birileri tarafından yanlarına getirilmişti. Atlı, arkadaşlarına seslendi:

-Bir körpe buldum! Bir taze buldum!

Dinar bütün olacakları bildiği için korkuyu atmış, haydutlara bağırmaya başladı:

-Ne istiyorsunuz benden! Zaten bir evlâdımı elimden aldınız. Şimdi ailemi mi yok etmek istiyorsunuz! Allah belânızı versin! Bizde size yarar ne var! Ben kolsuz, karım topal, ikimiz de yaşlıyız. Çocuklarım ise çok küçük; ne istiyorsunuz! Orada beş keçi ile bir devem var; onları alın, bize dokunmayın!

Atlı haydut: ‘Nasıl yokmuş? Bize yarar bir şey yok muymuş? Bu da mı işe yaramaz?’ diyerek Leylâ’nın yanaklarını okşuyordu. Ve seslendi:

Diğerleriyle beraber Dinar’ı ve eşini boyunlarından bağladılar, ipin ucunu da devenin hörgücüne... Zeynep küçük kızı Asiye’yi sımsıkı sarmış, kucağından bırakmıyordu. İpte, önde Dinar olacak şekilde bağlanmışlardı.

İlk gelen atlı atına bindi ve Leylâ’yı kaptığı gibi kucağına oturttu. Oturtur oturtmaz bağırdı:

-Bu ne hâl! Bu kızın üstü başı leş gibi, iğrenç kokuyor!

Ardından bir el darbesiyle Leyla’nın üzerindeki elbiseyi yırtıp çıkardı ve yere fırlattı. Leyla çırılçıplak kalmıştı. Yaşı on ikiydi ama o bölgedeki her kadın gibi gelişmiş genç bir kızdı. İç çamaşırı yoktu. Fakirlik böyle bir töreye yol açmıştı. Aniden çıplak kalınca utancından iki büklüm olmuş, mahrem yerlerini saklamaya çalışıyordu. Fakat çölün soğuk rüzgârı vücudunu yaladıkça utanmayı unutmuş, soğuktan titriyor, yaşadığı dehşetten kalbi yerinden çıkacak oluyordu. Eşkıyalardan biri bağırdı: ‘Yahu bu kadın topal!’

Öbürü: ‘Adam da kolsuz zâten.’

Öteden bir ses geldi:

-Niye taşıyoryız peşimizde; başımıza belâ mı!

Leylâ’nın süvarisi:

-Ne yapalım yani serbest mi bırakalım!

Dinar cesaretlenerek yalvardı:

-Bırakın ne olur; biz sizin işinize yaramayız!

Eşkıyanın şefi işâretle tâlimat verdi, yollarına devam ettiler, eşkıyadan birkaç kişi ile Dinar, Zeynep ve küçük kızları Asiye geride aldı. Bir müddet sonra geride kalanlar, öndekilere yetişti. Yanlarında esirleri yoktu. Gruptan bir sordu: ‘Ne yaptınız?’ Yetişenlerden biri cevap verdi: ‘Temiz iş yaptık…’ …

Leyla’nın öldürücü işkencelerle, karedici azaplarla dolu mâcerâsı başlamıştı…

Kâinatı ve insanlığı aydınlatan İslâm güneşi, olayların gelişmesiyle bir müddet sonra Leylânın gönlünü de aydınlatmıştı. 

Hayatını da aydınlatacak mı?

12 X 19,5 santim ölçülerinde 200 sayfalık kitap, 2019 yılında yayımlandı. 

GÜNERALP YAYINLARI: [email protected]  // [email protected]     

Telefon: 0.216-266 38 67, 0.532-266 42 79 

SÂDIK GÜNER:

1950 yılında Düzce İline bağlı Akçakoca İlçesinin, Karkın Köyü’nde doğdu. İlk Okulu köyünde, orta ve liseyi, Düzce İmam-Hatip Okulu’nda okudu. Ardından girdiği İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü 1976 yılında bitirdi. Kısa süreli öğretmenlik görevinden sonra ticaret hayatını seçti. Ticaretle ilmî çalışmaları birlikte yürüttü. ‘Hangi Müslüman’ ve ‘Bu İslâm Kur’ân’da Yok’ adlı basılmış iki eseri bulunmaktadır. ‘İslâm’ı Böyle Katlettik’ adlı çalışması baskı safhasındadır. 

KUŞBAKIŞI:

MACARİSTAN’DA GÜLBABA:

Yesevî Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Erdoğan Aslıyüce, 13 X 21 santim ölçülerinde, 290 sayfalık eserinde; Isparta’nın Uluborlu ilçesine bağlı İlegüp Köyü’nden, bölge halkına İslâmiyet’i tebliğ etmek için Macaristan’a giden Derviş Gülbaba’yı anlatıyor. 

Derviş Gülbaba, bir Alperendir. Bilindiği gibi Alperen; hem bileği güçlü bir kahraman hem de gönlü Allah aşkıyla dolu, kendini İ’lâ-yi Kelime-t’ullah’a adamış dervişlerdir. Alperen’in en büyük yardımcısı, yâridir. Yârin sevgisiyle düşmanları eritip dağıtır. Bu yâr Kur’ân ve Allah’tır.

Gülbaba dört sultan döneminde bütün gazâlara katılmış, Kanûnî Sultan Süleyman Han’ın dâveti üzerine Budin Seferi’nde bulunmuş, 1 Eylül 1541’de şehit düşmüştür. 

Aslıyüce’nin telif ettiği eser 17 bölümden oluşuyor: 

Birinci bölümde: Macaristan’ın târihi ve Macar Devleti’nin kuruluşu var. 

İkinci bölümde Türklerin İslâmiyet’i kabulleri, İmam-ı Âzam Ebu Hanife, Türklerin itikadî mezhebinin kurucusu Türk asıllı İslâm âlimi Mansur el-Mâtürîdî, Yusuf Hemedânî ve Hoca Ahmed Yesevî ile Horasan Erenleri anlatılıyor. 

Üçüncü Bölümde Türkistan’daki gelişmeler Selçuklu Anadolusu’nda karışıklıklar ve Kösedağ bozgunu,

Dördüncü bölümde Selçuklu Devleti’nde taht kavgaları,

Beşinci bölümde Sarı Saltuk’un tahta kılıcıyla Balkanlara geçişi ve kılıcıyla canlar kelleler değil günüller almak için mücâdeleleri, 

Altıncı bölümde Avrupa’nın siyâsî durumu, 

Yedinci bölümde 1301’den 1441’e kadar Osmanlı-Macar ilişkileri,

Sekizinci bölümde Derviş Gazilerin Balkanlara geçişi,

Dokuzuncu bölümde 1526 Mohaç Savaşı ve sonrası, 

Onuncu bölümde Peşte’den Buda’ya yolculuk, 

On birinci bölümde Gülbaba’nın hayatı, 

On ikinci bölümde Gül Baba’nın Türbesi,

On üçüncü  bölümde Gül Baba’nın şâirliği ve şiirleri 

On dördüncü bölümde Gül Baba tekkesi,

On beşinci bölümde Gülbaba için yazılanlar,

On altıncı bölümde Kahramanlar Meydanı…

Hakkında bilgiler veriliyor.

On yedinci bölümde ise kaynakça ve dizin var. 

Aslıyüce, İstanbul’da, 12; İstanbul dışında 17 olmak üzere Anadolu topraklarında 29 Gül Baba olduğunu tespit etmiş. 

Haritalar ve târihî fotoğraflarla bezenmiş eserin bâzı sayfalarında meşhurlardan seçme cümleler yer alıyor: 

Atilla’dan Hun Milletine: ‘Hun yöneticileri; şeref, ahlâk ve dürüstlüğü bir elbise gibi giymeli ve bir daha çıkarmamalıdır.’ (s: 28)

Mevâli, Emevi (661-750) ve Abbasi (750-1258) dönemlerindeki Arap asıllı olmayan bütün Müslümanlardır. (s: 42)

Rumların zulmünden kaçan üç bin haçlı askeri Müslüman oldu.  (s: 90)

Kitap estekik yapısıyla gözlere, muhtevâsı ile gönllere hitap ediyor. 

YESEVÎ YAYINCILIK: 

Küçük Ayasofya Mahallesi, Küçük Ayasofya Caddesi, Hüseyin Ağa Medresesi Nu: 13 Sultanahmet, Fatih, İstanbul. Telefon:0.212-638 50 12 Belge Geçer:  0.212-638 35 47 e-posta: [email protected] // www.yesevivakfi.com 

MEVLÂNÂ VE YÛNUS’TA AŞK: 

Süel Vatanseven’in  hazırladığı 13,5 X 20,5 süntim ölçülerinde Mayıs 2019’da yayımlanan 214 sayfalık kitap, ‘Bizim Yûnus’ gibi hal diliyle zikrederek, Temmuz sıcağında kavrulan gönüllere, ılıman iklim serinlği, Hazret-i Mevlânâ’nın hoşgörüsü ile yumuşayaan kalplere huzur getiriyor. 

Ahmedi-i Yesevî’nin dilindeki öğretici düşünce, Yûnus Emre’nin ilâhilerinde coştrucu mükemmelliği ulaşmıştır. Bu mükemmellik, Türkler arasında millî birlik ve kültürün temelidir. 

Mevlânâ Celleddin-i Rûmî’nin de, Yûnus Emre’nin de izini tâkip ettiğimiz zaman, kökleri Horasan’a, Türk merkezlerine ulaşılır. Orada özümüzü buluruz, orada kendimizi bulur, kendimiz olur, arınır, temizlenir, Mevlâ’ya yöneliriz. 

Koca Mevlâna, ‘Mânevî mertebelerden hangisine yükseldimse, orada Türkmen dervişi ‘Yûnus’un ayak izlerini gördüm’ diyor. Hacı Bektaş Veli de, ‘Mevlâna’nın gönlü bir ummandır’ diyor. 

Millî, mânevî ve ahlâkî değerlerimizin hayli aşınmaya mâruz kolduğu günümüzde; Yûnus’un, Mevlânâ’nın yüceltici irşatlarına  her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bu hakîkati gören Süel Vatanseven, Yûnus’tan Mevlânâ’dan sunduğu deyişlerle ve beyitlerle bizleri, hal diliyle Mevlâ’ya yönelmeye dâvet ediyor. 

Mevlânâ’nın Dîvan-ı Kebir’inden: 

‘Ey gönül! Yan yakıl; ham kaldıkça senden aşk kokusu, gönül kokusu gelmez. Ateşte yanmadan koku veren öd ağacını sen nerede gördün? Koku, her zaman öd ağacından gelir. Başka bir ağaçtan gelmez. Başka bir ağaca da gitmez.’ (s:128)

‘Bir avuç toprağa can veren, dumanı Zühal yıldızı hâline getiren! Ey topraktan yaratılmış beden, ey gönül ateşinden çıkan duman! Bakın da görün; O sizi ne hâle getiriyor? Yerde mi kalıyorsunuz, göğe mi yükseliyorsunuz?’ (s: 131)

‘Gönlü temiz, huyu güzel, Hak âşığı insanı Hakk, her türlü âfetten korur.’ (s: 135) 

Hak âşığı Mevlânâ değildir. Yûnus da Hak âşğıdır: 

Yûnus, insan olan herkese; fakir, zengin, Hıristiyan ve Müslüman ayırımı yapmayan sevgiyle bağlıdır. Ondaki bu insan sevgisi insanda Allah'tan bir parça, O’ndan gelip bedenlenmiş bir cevher bulunduğunu bilmesindendir.

Yûnus işte bu parçanın bütününe yâni Allah'a âşıktır. Onun gönlü Allah'ı bulmasının heyecanyla doludur. Bu heyecanı, Musa Peygamber'in konuştuğu çoban kadar saf bir gönülle duyar, aynı saflıkla söyler.

Yûnus; duymuş, düşünmüş, inanmış ve bütün duyuş, düşünüş ve inanışlarını büyük bir sâdelik ve kolaylıkla şiirleştirmiştir.  (s: 153)

Bizim Yûnus, insana neyin gerek olduğunu en saf, en temiz, en duru Türkçeyle söylüyor:

Aşkın aldı benden beni / Bana seni gerek seni 

Ben yanarım dün ü günü / Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim

Aşkın ile avunurum / Bana seni gerek seni

Aşkın âşıklar oldurur / Aşk denizine daldırır

Tecelli ile doldurur / Bana seni gerek seni

Aşkın şarabından içem / Mecnun olup dağa düşem

Sensin dünü gün endişem / Bana seni gerek seni 

Sufîlere sohbet gerek / Ahîlere ahret gerek

Mecnunlara Leylâ gerek / Bana seni gerek seni

Eğer beni öldüreler / Külüm göğe savuralar

Toprağım anda çağıra / Bana seni gerek seni

Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver anları / Bana seni gerek seni 

Yûnus-dürür benim adım / Gün geçtikçe artar odum

İki cihanda maksudum / Bana seni gerek seni  (s:167-168)

Yazar, Yûnus’u yüceltip, şiirlerini Farsça yazdığı için Mevlânâ’yı muâheze edenlere inat, Mevlânâ ve Yûnus’ta ortak değerleri anlatmak sûretiyle, birlik-berâberlik mesajları veriyor ki, kendisini tebrik edilmeye, eserini okunmaya değer hâle getiriyor. 

BİLGEOĞUZ YAYINLARI:

Alemdar Mahallesi, Molla Fenarî Sokağı Nu: 35/B Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-527 33 65, Belgegeçer: 0.212-524 33 64,  e-posta: [email protected] // www.bilgeoguz.com  

MÜBÂREK VAKİTLER:

​​​​​​​

Şüphesiz Allah’ın yarattığı her şey gibi zaman da mübârektir. Yaratılmış her şey eşsiz ve benzersizdir, ancak bazı kişiler, zamanlar ve mekânlar diğerlerinden fazîletli ve üstündür. Rabb’imiz daha üstün ve fazîletli kıldığı bazı vakitleri, merhameti ve şefkatiyle, bizlere Kitab-ı Kerîm’indeki âyetleriyle, kevnî âyetleriyle, yegâne örneğimiz olan Habîb-i Edîb-i Zîşân’ı vasıtası ile ve velî kullarının nasihat ve tavsiyeleriyle göstermiştir.

Ömer Tuğrul İnançer, 3. Baskısı 2018 yılında yayınlanan 13,5 X 21 santim ölçülerinde 256 sayfalık eserinde okuyucularını, akıp geçen zaman hakkında daha şuurlu olmaya, mübârek vakitlerin hakkını verip, onlardan istifâdeye gayret ederek, o vakitlerle ihyâ olmaya dâvet ediyor.

SUFİ KİTAP:  

Alayköşkü Caddesi Nu: 5 Cağaloğlu-İstanbul Posta Kutusu: 50 Sirkeci-İstanbul

Telefon: 0.212-511 24 24 Belgegeçer: 0.212-512 40 00 www.sufikitap.com.tr   e-posta: [email protected] 

KISA KISA / KISA KISA…

1-TÜFEK, MİKROP, ÇELİK: Jared Diamond-Ülker İnce / Pegasus Yayınları.

2- ORTA OYUNU KİTABI: Hazırlayan Abdülkadir Emeksiz / Kitabevi Yayınları - Mehmet Varış. 

3- İSİMLE ATEŞ ARASINDA: Nazan Bekiroğlu / Timaş Yayınları. 

4- SORULARLA OSMANLI İMPARATORLUĞU: Erhan Afyoncu / Yeditepe Yayınevi.   

5- ATALAR CENGİ: Çağlayan Yılmaz / Panama Yayıncılık.