AŞK SARHOŞU DERVİŞLERİN DİNİ  TASAVVUF

Bâzı ilâhiyatçılarımız, özellikle İslam Hukuku Anabilim Dalı profesörlerinin bir kısmı, İslâmiyet’le tasavvuf kavramının bağdaşmayacağını düşünüyorlar. İslâm Sosyolojisi Anabilim Dalı öğretim üyeliğinden emekli Prof. Dr. Yümni Sezen, 12,6 X 19,9 santim ölçülerindeki 312 sayfalık eserinin adı, aynı düşünceyi çağrıştırır gibi… 

Eski dönemlerde bâzı ilâhiyatçılar da felsefe ilmine, bir kısmı ise astronomi ve fizik, matematik gibi fen ilimlerine İslâmiyet’te yer vermiyorlardı. Yümni Sezen Hoca’nın kitabından birkaç sayfa okuyunca; tasavvufa, felsefeye ve fen ilimlerine muhalif olmadığı derhal ve kesin bir şekilde anlaşılıyor. O’nun kabul edemediği husus; ‘Allah yerine insanı tepeye koyan hümanist felsefedir; tepede insanla Allah’ı birleştiren hümanist tasavvuf anlayışıdır. 

Hocamız, şöyle devam ediyor: 

Varlık Birliği, anlaşılan o ki, bir yönüyle dinin yorumu, bir yönüyle özel bir felsefedir. Bazı sûfîlerin felsefenin aleyhinde olduklarını biliyoruz. Fakat bu, tartışılabilecek bir noktada duruyor. Önce şunu söylemeliyiz: Felsefe, meşru ve mâkul bir zihin faaliyetidir. Hakîkatin anlaşılmasına hizmet edebilir ve etmiştir. Fakat bâzen hakîkatten uzaklaşmaya da hizmet edebilir. Felsefeyi ve ulaştıklarını, birebir Hakîkatin yerine geçirmeye kalkmadıkça, problem yoktur. Eğer tasavvufun din ile ilgisi kesilmemiş denecekse, ne Descartes’in, ne Pascal’ın, ne Spinoza’nın, ne romantik çağ filozoflarının da (Fichte, Schelling, Schopenhauer ve Hegel) din ile ilgileri kesilmiş değildir. Eğer felsefe ile din arasında bu kadar ilgisizlik, mesâfe, terslik olsaydı, ‘din felsefesi’ diye bir alan teşekkül ettirilmezdi. Felsefe din demek değildir, bu hüküm doğrudur. Fakat ‘dinin anlaşılmasına doğru’ dediğimiz anda, felsefeden yararlanacağız demektir. Yorumlarımızı biraz daha açar ve ilerletirsek, akıl dünyamızı biraz daha genişletirsek, hele tevile doğru koşarsak, felsefe ile din, komşuluk etmeye başlar. Sûfıler bu komşuluğu aynı eve taşımışlardır. Genelleştirmeyeceğiz ama bazı sûfîler, felsefî kanaati öylesine bilemiş, keskinleştirmişlerdir ki, din silik hâle gelmiştir. (s: 24)

Çok girift bir mevzu, bundan daha açık bir şekilde açıklanamaz. Esâsen felsefeciler de kendi aralarında anlaşamıyorlar. Meselâ kendisi de derinlikli bir felsefeci olan Henri Bergson (1859-1941) diyor ki: ‘Ben filozofların anlattığı Tanrı’ya değil, peygamberlerin inandığı Allah’a inanıyorum.’ 

Hocamız devam ediyor: ‘Sûfîlerin uydurma hadisleri sûfî düşünce için kullanmış olmaları da, din ile felsefe arasında kalmalarının bir işâretidir.’ (s: 27)   Vahdet-i Vücûd-Varlık Birliği felsefesi hakkındaki görüşü de derin ve isâbetli, varılan netice müthiştir. (s: 31-109)

Prof. Sezen’in aşk sarhoşlarına yönelttiği, ‘Bir demir leblebi ki ne yenir, ne yutulur; çiğneyebilene aşk olsun’ dedirtecek soru: 

Fütûhu’l-Gayb* s: 34, 35’te yazıyor. “Allah peygamberlerine gönderdiği bâzı kitaplarda (?) şöyle buyurmuştur: ‘Ey Âdemoğlu! Ben öyle Allah’ım ki benden başka ilâh yoktur; bir şeye ol! dersem olur. Bana itiaat edersen seni de benim gibi yaparım. Her neye ol! Dersen olur.’ Birinci kısım doğrudur. Yani Allah bir şeyi ol! diyerek yaratır. Kur’ân’da bu mevcuttur. Fakat,  ‘Sen de Bana itaat edersen seni de Benim gibi yaparım, neye ol! dersen olur, diye bir ifâde; Kur’an’da, Tevrat’ta İncil ve Zeburda; tahrif edilmiş, bozulmuş hallerinde bile yoktur. ‘Bâzı kitaplar’, denilen hangi kitaplardır? (s: 139)

Varlık Birliğinde Gayb ve Kader’ başlıklı bölümde de, sûfîlerin cevaplandıramayacağı sorular var. (s:180-206)

Varlık Birliğinde Şüphe-Vehim-Akıl-Gönül-İlim’ başlıklı bölümde; ‘Varlık Birliği anlayışı, şüpheden ilme kadar, zihin-varlık ilişkisindeki psikolojik tezâhürlere, merhalelere, katmanlara, işleyişe nasıl bakıyor?’ Sorusu cevaplandırılıyor. İlk paragraf, soruya cevap aranırken tâkip edilecek ilmî metot hakkında fikir veriyor: 

Bilindiği gibi, eğer ilim söz konusu ise, merak ve ihtiyaç yanında şüphe önemli bir altyapı teşkil eder. Şüphe ilmin gıdasıdır denir. Tabiatıyla sürekli şüphede kalmamak, yani şüpheyi bir felsefî ekol haline getirmemek şartıyla. Doğruyu yakalamak için bir ilim öncesi şüphe, âdeta gerekliliktir. İlim ve hakîkat için, sûfînin yan çizdiği akıl-şüphe ilişkisinden kaçmamalıdır ama hedef şüpheden kurtulmaktır. Düşünme, bir hayal kurmak değil, şüpheden kurtulma çabasıdır. Onun için Kur’ân ‘siz ne kadar az düşünüyorsunuz’  diyor. Akıl ve ilim sâhibi olmayı, aklı kullanmayı sık sık belirten Kur an ve hadisler toplumda bilgi ve yetki hiyerarşisini şöyle kurar: Peygamber Allah tarafından seçilmiş olduğu ve İlâhi bilgiyi bize aktardığı için en baştadır. Bundan sonra âlimler gelir. Âlimler çok önemli sorumluluk yüklenmişlerdir. Buna sırt çevirirlerse, akıbetlerinin kötü olacağı hatırlatılmıştır. 

…..

İslâm aklı kullanmamızı, sağlam bilgiye ulaşmamızı, zandan ve vehimden kaçınmamızı ister. Sûfîler vehmi, aklın alt bölümleri olarak görür. Vehim şehvete mağlup olan akıldır. Vehim aklın alt kademesidir ama onu en üste taşırsak, bir şey elde edemeyiz. (s: 207-208)

Eserin müellifi, sûfîlerin yaşadıkları dünyaya değer vermedikleri kanaatindedir. Altıncı bölümde bu konuyu işliyor. (s: 220- 235)

Sonraki bölümlerde sûfîlerin yanlışları, eksikleri anlatılıyor. ‘Başka türlü düşünüyorlarsa, ortaya koymalılar’ deniliyor. 

Sonuç ve değerlendirme bölümünde; Tasavvufun ilimler yelpâzesindeki yeri, Yokluk felsefesi, Sûfîlerin dünyaya ve hayata bakışları ve sûfîliğin ikinci din olduğu zehâbını uyandıracak söylemleri ile iddiaları akıl süzgecinden geçiriliyor.   

*Fütûhu’l-Gayb, oğlu Abdürrezzak’ın Abdülkâdir Geylânî'nin 78 adet sohbet, vaaz ve hutbesinden derlemiş olduğu kitaptır.

İRFAN YAYINEVİ:

Alemdar Mahallesi Çatalçeşme Sokağı Nu: 42 Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-518 38 66 Belgegeçer: 0 212-516 32 54. E-posta: [email protected]    www.infanyayinevi.com  

Prof. Dr. YÜMNİ SEZEN 

1938 yılında Urfa’nın Birecik ilçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957de Gaziantep Lisesi’ni bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 

Millî Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-1978 yıllarında İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve Profesör unvanlarını aldı. 

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli oldu. İlmî çalışmalarına devam etmektedir. 

Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmî sosyoloji üzerinde yoğunlaşmıştır. *Günümüzde İslâmiyet ve Milliyetçilik (1978), *Sosyolojiye Göre Halk-Millet-Devlet (1982), *Târihî Maddeciliğin Tahlil ve Tenkidi (1984), *Hayatın Mânâsı (1984, 2004), *Sosyoloji Açısından Din (1988, 1993, 1998), *Sosyolojide Temel Bilgiler ve Tartışmalar (1990, 1997), *Türk Toplumunun Lâiklik Anlayışı (1993), *İslâm Sosyolojisine Giriş (1994), *Maddeci Felsefenin Çıkmazları (1996), *Çağdaşlaşma, Yabancılaşma ve Kimlik (2003), *İslâmın Sosyolojik Yorumu (2004), *Kurban ve Din (2004), *Hümanizm ve Türkiye (2005), *Dinlerarası Diyalog İhâneti (2006), *Kültür ve Din (2011), *Kapitalizmin Zulmü (2017), *Aldatılmamak İçin Anlamak (2019)  isimli kitapları telif, ‘Kültür’ adıyla Fransızcadan bir kitap tercüme etti.  Çeşitli dergi ve gazetelerde makaleleri yayımlandı.

Evli ve üç kız babası, dört torun dedesidir. 

DERKENAR:

MÂNÂYI TARTIŞMAYA KURBAN EDEN BİR CÜMLE…

Yetkililer, onlara belediye eğitim, sağlık ve âcil hizmetler konularında danışmanlık verecek.’

Anlayan anlamıştır: Verilecek olan ‘danışmanlık hizmeti’dir. Yanlış anlayan da, ‘danışma elemanı’ verileceğini düşünebilir. 

İkisi de olabilir mi?

Neden olmasın, bal gibi olabilir tabiî ki… Hangisi işine gelirse… 

Birinin işine gelen, diğerinin işine gelmezse, tartışma çıkar. 

Tam da televizyon dizileriyle insanlarımızın alıştırıldığı gibi… Meseleleri konuşarak değil, tartışarak çözmeye çalışmak… 

O zaman ülkede ve toplumda ne huzur kalıyor, ne sükûn…

Cümleleri farklı mânâlara çekilmeyecek şekilde kurmayı becerebilsek ne güzel olurdu… 

OĞUZ ÇETİNOĞLU

BERCESTE METİNLER: 

‘DEĞİNMEK’ KELİMESİ…

Son yılların sıkça kullanılan uydurma kelimelerinden biri de ‘değinmek’tir, ‘temas etmek’ mânâsına kullanılıyor. Halbuki dilimizde ‘temas etmek’ fiilinin karşılığı ‘dokunmak’tır. Dokunmak hâlis Türkçe olduğu halde, onun kullanılmayıp konuşma ve yazılarda ‘değinmek’ uydurma kelimesine yer verilmesi, dilbilgisi ve şuûrundan, Türkçe sevgisinden mahrum bulunulduğunu göstermektedir. Değinmek kelimesi sâdece şekil yönünden değil, mânâ bakımından da yanlış bir kelimedir. Bu kelime Eski Anadolu Türkçesi devresi metinlerinde (14. ve 15. asır yazarlarının eserlerinde) ‘erişmek’, ‘yetişmek’, ‘varmak’ mânâsına kullanılmaktadır. ‘Değinmek’ kelimesinin ve kökü olan ‘değmek'in bu devirde ‘dokunmak’ mânâsı yoktur. Bugün bile değmek, kelimesi, meselâ ‘eli tavana değmiyor’ gibi kalıplaşmış sözlerde yine ‘ermek, yetişmek’ mânâsı ifâde etmektedir.

Değmek’ kelimesinin ‘dokunmak’ mânâsına da gelmesi bir hayli yenidir. Değinmek kelimesi ise, Türkçede hep ‘erişmek, yetişmek’ mânâsına kullanılmıştır. Dokunmak mânâsına kullanılması dönüşlü (mütâvaat) olması dolayısıyla, dil mantığı bakımından doğru değildir. Çünkü ‘temas etmek’ ifâdesinde dönüşlülük mânâsı bulunmamaktadır. ‘Temas etmek’ herkesin bildiği Türkçeleşmiş bir kelime olduğu için, onu kullanmakta sakınılacak bir şey yoktur. Fakat o kullanılmak istenmiyorsa yerine ‘dokunmak’ veya ‘değmek’ kelimeleri kullanılabilir. ‘Değinmek’ kelimesinin kullanılması, açıklanan sebepler dolayısıyla, yanlıştır.

Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş: Uydurma Olan ve Olmayan Yeni Kelimeler Sözlüğü. Umur Kitapçılık, İstanbul 1979

KUŞBAKIŞI:

MÜZİK KÜLTÜR DİL: 

Udi, bestekâr ve mütefekkir Cinuçen Tanrıkorur’un 1994-2000 yılları arasında Aksiyon dergisinde yayınlanan yazıları bir araya getirilip müzik, kültür ve dil başlıkları altında bölümlere ayrılmıştır. 

Üslûp sâhibi olan yazar hayatı boyunca Türk musikisine, Türk kültürüne hizmet etmek için çalışmış, dili bir milletin en değerli varlığı görmüş ve Türk dili konusunda çok hassas davranmıştır. 

Hasta yatağında yatarken bir Amerikalı muhabirin röportaj teklifini Türkçe font almaya tenezzül etmemesinden dolayı reddedecek kadar tâvizsizdir. 

Türk musikisini tek sesli olmakla eleştirenlere, kitapta yer alan bir yazıda: ‘Batı oktavının on iki sesine karşılık kırk üç perdemiz, onların beş temel dizi (dört minör, bir majör) kalıbına karşılık beş yüz seksen yedi makamımız, yine onların iki ve üç zamanlı sâdece iki temel ritmine karşılık seksen değişik usulümüzle tek sesli olmak şöyle dursun bin renkli sesler ve ritimler okyanusunda yaşamayı yeğ tutmuşuz.’ şeklinde cevap vermiştir.

Adının başına birçok sıfat getirilebilecek yazarın yukarıda örnek verilen tarzda pek çok düşüncesini kitapta bulmak mümkün.

Cinuçen Tanrıkorur, kısa süren hayatının son günlerinde yaşadığı sıkıntılı dönemi bir sanatkâr tercümanı olarak sesiyle, uduyla, besteleriyle üst düzeyde anlatmıştır. Bu kadarla yetinmemiş, bir de sese, saza göre daha sıradan bir anlatımla ifâde etmeye ileri derecede arzuluyordu. Arzulu olmaktan öte bunu zarûrî görüyordu. 13,5 X 19,5 santim ölçülerinde, 389 sayfalık eseri, ihtiras ölçüsündeki bu arzunun ürünüdür. Eseri okuyanlar anlayacaklardır: O bir müzik otoritesi olmanın yanında ayrıca, üstün bir dil zevki olan Türkçe üstâdıdır. Duygu ve düşüncelerini, ışıltılı / parlak ve çok düzgün Türkçesiyle en mükemmel tarzda okuyucusuna sunmuştur.  Bu kitap,  ileri sürülen gerçeklerin ispatıdır. 

DERGÂH YAYINLARI: 

Merkez: Binbirdirek Mahallesi, Klodfarer Caddesi Nu: 3/20 Altan İş Merkezi Sultanahmet – İstanbul.

Telefon: 0.212-518 95 78  Belgegeçer: 0.212-518 95 81  e-posta: [email protected] [email protected]   

Satış Yeri: Molla Fenari Sokağı Nu: 28 Yıldız Han Giriş Kat (Katlı otoparkın yanı) Cağaloğlu, Fatih – İstanbul. Telefon: 0.212- 526 99 41 Belgegeçer: 0.212-519 04 21  e-posta: [email protected] www.dergahyayinlari.com  

TÜRK CUMHURİYETLERİ VE TOPLULUKLARI TÂRİHİ:


Ramazan Yılmaz, 14 X 23,5 santim ölçülerindeki 592 sayfalık eserinde; târih boyunca Türklerin birbirleriyle yaptıkları savaşları anlatıyor. Hakîkaten dünya târihinde, kendi kendine ölesiye, öldüresiye zarar veren bir başka kavim yoktur. Türkler birbirleriyle bu kadar çok, bu kadar ölümcül savaşlara girişmeselerdi, dünyanın tek sâhibi olurlardı. 

Yazar, kullandığı üslûp ile Türkleri aşağılamak gibi bir düşünceye hizmet etmiyor. Sâdece geçmişe ayna tutup, tekrarlanmaması gereken hatâları mercek altına alıyor. 

Şüphesiz her târihî olay, yaşandığı dönemin şartları içerisinde değerlendirilmeli. Değerlendirilirken de artık o şartların geride kaldığı, kardeşlik ve birlik içinde olmanın, savaşmaktan daha kolay ve faydalı olduğu idrak edilmeli. Azerbaycan topraklarının, Rus ordusu takviyeli Ermeniler tarafından işgal edilirken, her gün yüzlerce Azerbaycanlı Türk öldürülürken, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaralıları alıp getirmek için helikopter gönderememiş olmaları, pamuk üreticisi komşu ve kardeşlerin, birkaç kilo pamuk ve sargı bezi bile göndermeyi akıl edememiş olmalarının mâkul hiçbir sebebi olamaz. 

Bilinen hikâyedir: Nemrut, Hazret-i İbrâhimi yakmak için hazırladığı devâsa ateşe, bir minik serçe, sırf kimden yana olduğunu belli etmek için, yangını söndürmek maksadıyla gagası ile su taşımıştır. 

Eser, Türklerin geçmiş dönemlerdeki hatâlarından ders almaları için hazırlanmıştır.  

AKÇAĞ BASIM YAYIM PAZARLAMA ANONİM ŞİRKETİ:  

Tuna Caddesi Nu: 8/1 Kızılay-Ankara. Telefon: 0.312-432 17 98 Belgegeçer: 0.312-432 28 52 www.akcag.com.tr  e-posta: [email protected]

Siyah Altın Peşinde HAZAR'DA BİN YIL:

Milattan önce Ortadoğu’da kayaların arasından sızan siyah bir maddenin fark edilmesi ile insanoğlunun petrol ile tanışıklığı başlar. Modern dünyanın vazgeçilmezleri arasında olan petrolün bu kadar köklü bir geçmişi vardır. Batı’da Sanayi İnkılâbı ile birlikte kullanımı yaygınlaştığından hâfızalarımızda petrolün iki asırlık bir geçmişi olduğu gibi bir algı oluşmuştur. Oysa Eski Bâbil, Elam ve Asur belgelerinde ‘naptu’, İslâm kaynaklarında ‘neft’ ve Slav dillerinde ‘nafta’ olarak geçen bu maddenin farklı uygarlıklardaki isminin benzerliği petrolün insan hayatındaki uzun yolculuğunun bir göstergesidir. Dr. Mustafa Gökçe, 13,5 X 21 santim ölçülerindeki, 200 sayfalık eserinde bu yolculuğun serüvenini anlatıyor.  

BERİKAN YAYINEVİ:

Kültür Mahallesi, Kızılırmak Caddesi Nu: 61 Gonca Apartmanı Daire: 6 Kızılay, Çankaya, Ankara.

Telefon: 0.312-232 62 18 Belgegeçer: 0.312-232 14 99 e-posta: [email protected]  www.berikanyayinevi.com  

   

KISA KISA / KISA KISA…

1- CÜMLE KAPISI: Nazan Bekiroğlu / Timaş Yayınları.

2- HUNLAR: Lev Gumilev’den Türkçe’ye çeviren: Dr. Ahsen Batur / Selenge Yayınları.

3- BEDEL: Selcan Taşçı / Bilgeoğuz Yayınları.                                                                                                                                                          4-İSLAM DÜNYASINDA KİTABIN TÂRİHİ: Johannes Pederson / Çeviren: M.M. Karagözoğlu. Klasik 

Yayınları.

5- KANATLI KİRPİ İLE UÇAN KAPLUMBAĞA: Bilgin Adalı / Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.