LÉON CAHUN - GÖKBAYRAK ve DİĞER ESERLERİ

LÉON CAHUN

Fransa’nın Haguenau bölgesindeki Alsace şehrinde 1841 yılında doğdu. 1900 yılında Paris’te öldü. Türkçülük ve Turancılık akımlarına ilham kaynağı olan Fransız yazar ve tarihçidir. Yazarlığa roman denemeleri ve edebî yazılarla başladı. 1864 yılında Mısır, Libya ve Kızıl Deniz’in batı kıyıları ile Anadolu’yu gezdi. Gördüklerini ve öğrendiklerini 1869 yılına kadar çeşitli dergilerde yayımladı. 1876’da kütüphâne müdürü oldu. 1878-1881 yılları arasında Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de incelemeler yaptı. Çeşitli ABD dergilerinde Türk dili ve târihine ait yazılar yazdı. Doğu ile alakalı kongrelerde Türk-Moğol dili ve edebiyatı konularında bildiriler sundu.

1870-1871 Fransız- Alman Savaşı’nın sonunda yeniden şarkiyat çalışmalarına döndü ve özellikle Türk ve Moğol târihini araştırdı, araştırmalarını kitaplaştırdı. 

1890’da Sorbonne’da Asya târihi ve coğrafyası hakkında ders verdi.

Léon Cahun diyor ki: 

‘…Çağatay Türkçesindeki ‘akmak’ fiili, Uygurca’daki ‘akmak’ ve Yakutça’daki ‘ak’ kökleri ‘çıkmak, yüksekte olmak’ mânâsında bulunuyor ve bu dillerde ‘bai’ kelimesi kâh hakîki mânâsında, kâh mecâzî mânâsında ‘alt, aşağı, hakir’ fikrine bağlı bulunuyor. Şu halde, Fino-Japone dillerine güvenerek ben Agoranac (Agonak) için yüksek yer, akıntı yukarıdaki yer mânâsını, ‘baillac’ için de ‘aşağı yer, akıntı aşağıdaki yer’ mânâsını kabul edeceğim. Şu halde erkânı harbiye haritasını alıyorum, bu iki köyümü de arıyorum. Araziyi tetkik ediyorum ve Fin Japone tefsirin bana dediği vechile buluyorum ki Agonac yalçın bir tepenin üstünde, Baillac da bir huninin dibindedir.

İnanıyorum ki bu defa artık şüpheye müsaade yoktur ve binlerce yıl evvel Fransa’da yaşamış olan o mağara insanları da tıpkı yüksek Asya’nın ilk Turanlıları gibi yukarı için ‘ako’, aşağı için ‘bai’ derlerdi. Şimdi ben yeniden teşkil ve terkip ettiğim bu dilin bütün kelimelerinin Fino-Japone kelimeler olduğunu; Avrupa’nın Âri’den evvel dilinin veya dillerinin anahtarının Orta Asya’da olduğunu ve bizim ırkımızın terkibine kadar bu kuvvetli bir nisbette giriş ve 13. yüzyıla kadar ayrı bir mimârî tipi teşkil edebilmiş olup gerek maddî, gerekse mânevî tiplerine bugün dahi her memlekette her gün gözünüzün önünde tesâdüf ettiğiniz bu ırkların menşelerini orada aramak lâzım geldiğini daha şimdiden ikrar ve iddia edecek vaziyetteyim.’

……….

Cahun eserinde; Türklerin, Asya coğrafyası içinde çok özel bir yer işgal ettiğini belirttikten sonra şu bilgileri veriyor:  ‘Dönemin köklü ve yerleşik kültürlerden Pers, Hind ve Çin'le çevrili bir kültür coğrafyasında yer almalarına rağmen bilinenin tersine bu baskın kültür ortamında erimeden varlıklarını korumaları ve dünya târihinin önemli bir bölümüne hükmetmeleri onları benzersiz kıldığı gibi, diğer yanda bu benzerlik onları sadece kendine özgü bir bozkır medeniyetinin de kurucusu yapacaktır.’

Fransız Musevilerden olan Léon Cahun’un Gök Bayrak isimli eseri 1876 yılında Paris’te yayınlandı. Romanda, 12. Yüzyıl sonlarıyla 13. Yüzyıl başlarını kapsayan Cengiz Han zamanındaki Orta Asya Türkleri anlatılır. Bununla birlikte romanda mekân Orta Asya ile sınırlı değildir; Çin ve Tibet’ten Mezopotamya’ya kadar uzanır. Cahun’un Türkiye’de en çok bilinen eseri Gök Bayrak’tır. Kitabın muhtevâsı sonraki bölümde verilecektir. 

Eseri, Necib Âsım (Yazıksız) Osmanlı Türkçesine tercüme ederek eski harflerle 1912 yılında ‘Gök Sancak’ adı ile yayınladı. Kitap 1933 yılında Hilmî Kitabhânesi tarafından bu defa Türk harfleriyle tekrar basıldı. Eğitimci bürokrat ve siyâset adamı Galip Bahtiyar (Göker) tarafından da Osmanlı Türkçesine tercüme edilen eser, yine eski harflerle 1913 yılında, Türk Yurdu Kitabhânesi tarafından Matbaa-i Hayriye ve Şürekası’nda ‘Gök Bayrak’ adı ile resimli olarak bastırıldı. Yılmaz Tuğaçar’ın tercümesi, 1957 yılında Burhan Basımevi tarafından yayınlandı. Galip Bahtiyar Göker’in tercüme ettiği Gök Bayrak’ın ikinci baskısı, 1970 yılında Ötüken Yayınları tarafından 12,1 X 19,6 santim ölçülerinde 332 sayfalık eser olarak   kültür dünyamıza kazandırıldı. Boğaziçi Yayınları da Gök Bayrak yayıncıları kervanına 1989 yılında katıldı. Galip Bahtiyar Göker’in tercüme ettiği eser kitap satış mağazalarında ve sahaflarda yoktur. 13 X 19 santim ölçülerinde, 214 sayfa olan eser, İstanbul’da Beyazıt Devlet Kütüphânesi’nde bulunmaktadır. Bir başka tercüme, 2004 yılında Cüneyt Emiroğlu tarafından gerçekleştirilerek Sebil Yayınevi tarafından okuyucuya sunuldu.

Gök Bayrak tercüme eser olmakla birlikte, tercüme edenlerin müdâhaleleri ile telif eser olarak kabul edilebilmesini sağlayacak değişikliklere uğradı. En büyük farklılık da dil konusunda idi. Son baskılarda ‘öztürkçe’ denilen uydurma kelimeler kullanıldı. İslâmî ifâdelerin metinden çıkarılmış olması dikkat çekmektedir.

Ziya Gökalp İstanbul’a geldiğinde satın aldığı ilk kitap olan bu romanı okuduktan sonra: ‘Sanki Pan-Türkizm ülküsünü özendirmek maksadıyla yazılmış bir kitap’ diyerek takdirlerini dile getirmiştir. Târihçi, sosyolog, filolog ve yazar Hüseyin Nâmık Orkun da kanaatini; ‘Millî şuurun uyanmasına birinci derecede âmil olan mühim bir eser’ cümlesiyle açıklamıştır.

Cemil Meriç’in Gök Bayrak isimli romanı;  “Türk milliyetçilerinin Kur’ân-ı Kerîm’i” olarak tavsif ettiği iddia edilmektedir. Yüce kitabımıza saygılı olduğu, kızı Prof. Dr. Ümit Meriç’in beyânı ile bilinen Merhumun böyle bir değerlendirmede bulunması, kabul edilebilir bir ihtimal değildir. Muhtemelen ‘Türk milliyetçilerinin ‘başucu kitabı’ demiş olabilir.  Doğru değerlendirme de budur. 

GÖKBAYRAK

Fransızca adı ‘La Banniere Bleue (Mavi Bayrak) olan romandaki olay örgüsü, ana karakter olan Can Bey’in bakış açısıyla okuyucuya aktarılırken coğrafyadaki çeşitlilik romandaki kişilerin milliyetlerinde, dinlerinde de görülür. Türk, Moğol, Arap, Fars, Fransız, Alman gibi milletlerden kişilerle örülmüş olaylar dizisi Moğolistan’dan çıkan Can Bey’in çeşitli ve heyecanlı mâcerâları sayfalar boyunca devam eder, karşılaştığı ölüm tehlikelerinin bir kısmını şansı, bir kısmını da zekâsı ve inancına göre duâları sâyesinde atlatır.

Uygur Türkü olan Can Bey, Moğollar tarafından esir alınır ve birçok olay neticesinde Cengiz Han’ın ordusunda asker olur. Ardından Cengiz Han’ın O’na uygun bulduğu önemli bir iş için Kaşgar ve Semerkand şehirlerine gider. Can Bey’in seyahati burada da bitmez. Suriye, İran, Hindistan, Tibet, Çin gibi birçok yere gider ve başından birçok olay geçer. Bu seyahatler sırasında çeşitli milletlerden ve dinlerden insanlarla tanışır. Çok uzun bir süre Moğolistan’dan uzak kaldıktan sonra nihâyet geri döner.

Léon Cahun bu eserinin yazılış maksadını, romanın kahramanı ve anlatıcısı olan Can Bey vasıtasıyla;  ‘Bu zamana kadar kimsenin yazmadığı, târihe damgasını vuran Cengiz Han’ın oğulları ve torunlarını anlatmak…’ kelimeleriyle açıklar.

Eserde, dönem açısından önemli târihi kişiler mevcuttur. Bu kişilerden en önemlisi Cengiz Han olmakla beraber, Timur (Emir Timur değil), ‘Şeyh’ül Cebel’ adıyla anılan Hasan Sabbah’tır. Ayrıca Cengiz Han’ın oğulları ve torunları ile önemli komutanlarından Cebe Noyan, önceleri Cengiz Han’ın en büyük dostu, daha sonra en büyük düşmanı olan komutan Camuka, Harezm şahı Tekeş roman kahramanları olarak eserde yer almaktadır.

12 ve 13. Yüzyılda Moğollar ve Türklerle ilgili birçok coğrafyayı kapsayan ve târihî birçok hâdiseye değinen eser, dil itibariyle de dikkat çekicidir. Devrin konuşma dilinin kullanılmasının yanında, romanın üslûbu bakımından eski Türkçe kelimelere de sıklıkla rastlandığı tespit edilmiştir. Eserin bu özellikleri onu dönem içinde önemli bir konuma getirmiş ve bu durum Cumhuriyet’in ilânından sonra da devam etmiştir.

Netice itibâriyle ‘Gök Bayrak’la gelişen heyecanlar, 19. yüzyılın sonlarına doğru benimsenmeye başlayan Türkçülük hareketinin yaygınlaşmasına yardımcı olmuş,  20. Yüzyıla damgasını vuran Millî Edebiyat akımının oluşuma zemin hazırlamıştır. Denilebilir ki Léon Cahun, Türkçülük ve dolayısıyla Millî edebiyata ilham kaynağı olmuş, hatta öncülük etmiştir. Türkler üzerine yaptığı diğer çalışmalar da, Osmanlı aydınları tarafından okunmuş ve bunlar o devrin fikrî ve edebî teşekkülüne ilham kaynağı olmuştur.

GÖK BAYRAK ROMANINDAN…

Ben Isıg gölü kenarındaki Alma dağı yanında doğdum. Oymağımız göçebe yaşar idiyse de babam hoca tutarak beni okutup yazdırmıştı. On yaşımda iken yurdumuz yanındaki çocuklar gibi ata binmeyi, ok atmayı öğrenmiştim. Türk dilini Uygur harfleriyle okumayı, yazmayı bellemiştim.

On beş çağlarında idim ki kızıl ayın son günlerinde babamın sevgili kısrağı kaçtı. Kısrağımız soyu sopu karışmamış temiz bir hayvandı. Değeri de yüksekti. Babam yanaşmalarına buyurdu ki kısrağı nerede ise arayıp bulsunlar, yurda getirsinler.

Kara kışta idik. Karlı ovalarda dizgin boşaltmak, atımı dik yamaçlardan aşağı salmak, buz tutmuş çöller üzerinde koşu yapmak, korkunç çam ormanlarından geçmek, çalılıklar arasından kulaklarını diken tavşanları avlamak için içimden öyle bir istek uyandı ki dayanamadım. Hemencecik babamın yanına girdim yalvardım ki beni de yanaşmalarla berâber göndersin.

Babam bir eyyam düşündü, sonra râzı oldu.

Bana beş yaşında boz bir at verdi. Anam alnımdan öptü. Kendimi av ardına kaptırmamamı iyice ısmarladı, birçok da öğütler verdi; duâ etti.

Ben vedâlaştım, kışlağımızdan çıktım: epeyce yol almış olan yanaşmalarımızın ardından atımı sürmeğe başladım.

Üç gün dolaşılsa da kısrağa rastlayamazlar. Fakat Can Bey iyi eğlenmekteydi. Tavşanlara ok çekiyor, kementle tilkileri kovalıyor, doludizgin yamaçlardan iniyordu.

Derken, soygun ve talanlarla geçinen Tekrinlerin baskınına mâruz kaldılar. Yanaşmalardan biri yaralandı ve öldü. En yaşlı yanaşma Can Bey’e döndü ve ‘Can Bey’ dedi: ‘Altındaki at zelva gibi uçar. Haydi uzaklaş! Sen eminliğe çıkıncaya kadar biz burada vuruşuruz. Atı çay boyunca sür, doğru git, çok geçmez kışlığa varırsın!’

Can Bey, kaçmayı özüne yediremez. Yoldaşlarını korkulu yerde bırakıp gitmek istemez. Yüreği pek, kalbi yumuşak yiğitliği karakterinin aslî unsuru hâline getirmiş her Türk gibi; ‘Onlara ne olursa bana da o olmalı’ diye düşünür. O’nun düşüncesini sezen yaşlı uşak, Can Bey’in atını başlığından yakaladı, yüz adım kadar koşturduktan sonra bıraktı, kasıklarına bir-iki kırbaç savurdu. Sonra yoldaşlarına döndü. ‘-Tanrı korusun Can Bey’i’ dedi.

Kırbaca alışkın olmayan ad deli gibi oldu, soluksuz kalıncaya kadar koştu… koştu…

Can bey, kendisinden ve atından başka hiçbir canlının bulunmadığı beyaz ıssızlıklarda durup bir taraftan atı ve kendisi soluklanırken ne yapacağını düşünüyordu ki, birden bire otuz kadar Tekrin ortaya çıkıverdi. 

Mâcera asıl şimdi başlamıştı…

Diğer eserleri:

ASYA TÂRİHİNE GİRİŞ, TÜRKLER VE MOĞOLLAR:

Seyahatlerden topladığı belge ve bilgilere dayanarak 1896’da yazdığı bu eseri 3 yıl sonra Necib Âsım (Yazıksız) Türkçeye tercüme ederek yayınladı.  Aynı eser; ‘Asya Târihine Giriş / Kökenlerden 1405’e, Türkler ve Moğollar’ adı ile Sâbit İnan Kaya tarafından Türkçeye tercüme edilerek 2006 yılında Seç Yayınları tarafından kütüphânelere ve kitaplıklarımıza kazandırıldı. Bir başka baskısı da 2013 yılında Toplumsal Dönüşüm Yayınları tarafından gerçekleştirildi. Bu eser de zamanın Türkçü şahsiyetlerine ilham kaynağı olmuştur. Ayrıca Necib Âsım Yazıksız 1900 yılında yazdığı ve yayımladığı ‘Türk Târihi’ isimli eserini hazırlarken bu kitaptan faydalanmıştır. 1908 yılında ilân edilen İkinci Meşrutiyet sonrasında Türkçülük ve Turancılık akımlarına ilham kaynağı olmuştur. 12 ciltlik bu eserin 11. Cildinde Osmanlı Devleti’nin Tanzimat dönemi anlatılmaktadır.

FRANSA’DA ÂRİ DİLLERE TEKADDÜM ETMİŞ OLAN LEHÇENİN TURANİ MENŞEİ

1873’de toplanan Beynelminel Müşteşrikler (Doğu bilimciler) Kongresi’ne sunduğu bildiride tarih açısından son derede önemli bir tezi açıklar: ‘Şüpheye müsâade yoktur ve binlerce yıl evvel Fransa’da yaşamış olan mağara insanları da tıpkı yüksek Asya’nın ilk Turanlıları ile müşterek kelimeler kullanmışlardır.’

Bu eseri 1873 yılında Fransa’da, 1930 yılında Türkçeye çevrilerek İstanbul’da yayımlandı.

KAPTAN MAGON’UN SERGÜZEŞTLERİ

1875 yılında yazdığı bu eserinde Hz. İsa’dan bin sene önceki Fenike keşiflerini anlatır. 1911 yılında ‘Mustafa’ adında bir şahıs tarafından tercüme edildi.

YENİÇERİ HASAN

‘Roman’ türünde olan bu eser ilk defa 1911 yılında Mehmed Subhi tarafından tercüme edildi. 1957’de Yüksel Güneri tarafından da tercüme edilerek 96 sayfalık kitap hâlinde yayınlandı.

Faydalanılan Kaynaklar:

1-Seda Öztürk: Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İkinci Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda sunduğu bildiri. (Erişim târihi: 17.12.2018)

2-Ekrem Hayri Peker: www.belgeseltarih.com  isimli sitedeki makalesi. (Erişim târihi: 19.12.2018)

3-To-Kat / Toplu Katalog:  (Erişim Târihi: 19.12.2018)

Gök Bayrak isimli eserin yeni bir baskısı:

GÖK BAYRAK – BÜYÜLÜ BIÇAK

Léon Cahun’un hayat hikâyesini anlatan metinlerde O’nun ‘Gök Bayrak - Büyülü Bıçak’ isimli bir eserinden bahis yoktur. ‘Büyülü Bıçak’, 20 bölümden meydana gelen asıl kitabın, 8. Bölümünün başlığıdır. Tanıtım bülteninde kitap hakkında şu bilgiler bulunmaktadır:

‘Romanda da adı geçen Şeyhülcebellerin olayları Batı Asya târihinin çok önemli ve meraklı sâhasını teşkil ettiğinden, bunlara dair kısaca mâlûmat vermek faydalı görülmüştür:

Şeyhülcebel, Hasan Sabbah* tarafından kurulan ve ‘İsmailliye-Battaniye)** denilen Şiî bir inanç hükümetinin başlarına denilirdi.

Hasan Sabbah, Irak'ta hüküm süren Selçuklu Alparslan'ın veziri Nizamülmülk'ün ve şâir Ömer Hayyam'ın sınıf arkadaşı idi. Bu sâyede epeyce mevki sâhibi olmuştu. Kendisi Şîi olduğu gibi, son derece zeki ve haris olduğundan Nizamülmülk'e bende olarak yaşamak istemedi. Mısır'a gitti, orada Şîilik propagandasıyla beraber, halkı Selçukluların aleyhine ayaklandırdı. Yapılan takibat üzerine Mısır'dan kaçtı. İran'a gitti, Şîiliği orada yaydı. Bir müddet sonra Irak'a geldi. Kazvin civârında gayet çetin, kayalık yerde bulunan Alamut Kalesi'ne girdi.

Orada kendisine birçok taraftar kazandı ve İsmailliye hükümetini kurdu. Bu hükümetin arazisi Alamut Dağı ve civarındaki birkaç köyden ibâretti. Fakat İsmailliler bütün Irak'ta, Horasan'da gizli din teşkilatı kurmuşlar ve terörizm denilen katil, yangın gibi usulleri tatbik ederek bilhassa Türk unsuruna musallat olmuşlardı.

Hasan Sabbah ve müritleri Kur'ân'ın asıl mânâsının gizlenmiş olduğunu ve bu hakîki mânâyı kendilerinin bildiklerini söyleyerek halka telkinde bulunurlardı.’

13,5 X 21 santim ölçülerindeki kitap, 272 sayfadır. Aydın Şengör tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

PAROLA YAYINLARI:

Maltepe Mahallesi, Yılanlı Ayazma Sokağı Nu: 8, Örme İş Merkezi Kat: 1 Topkapı, Zeytinburnu, İstanbul.

Telefon: 0.212-483 47 96

Belgegeçer: 0.212-483 47 97

e-posta: [email protected] // www.parolayayinlari.com

*Hasan Sabbah: (İran’da Kum şehri, 1059-Alamut Kalesi, 1124) ele geçirdiği Alamut Kalesi'nde ‘Nizârîler’ olarak isimlendirilen sapık bir mezhep oluşturarak, ‘Haşhaşîler’ olarak anılan insanları eğiten ve târihin ilk suikastçilerini yetiştiren bir anarşisttir. Selçuklu Devleti'nin yıkılışında rolü vardır.  Öldürülme korkusuyla 34 yıl boyunca Alamut Kalesi’nden dışarıya çıkamamıştır. Haşhaş vererek kendisine bağladığı insanlar aracılığıyla kendisine karşı çıkanları öldürtmüştür.  Selçuklu veziri Nizamülmülk, Ebu’l-Kasım bin İmâmi’l-Harameyn, el-Kadi Ebu’l-Ala Said bin Ebi Muhammed en-Nişâburî, Sultan Sencer’in veziri Fahrü’l-Mülk, Ubeydullah bin Ali el-Hatibî gibi isimler katlettirdiği kişilerdir. Sabbahîler, 13. Yüzyıl ortalarına kadar varlıklarını ve bölge üzerindeki hâkimiyetlerini devam ettirdiler. 1256 yılında Cengiz Han’ın torunu Hülâgü Han (1217-1265), Alamut Kalesi’nin altına kadar uzanan borular döşetti. Sonra bu borulara pompalattığı petrolü ateşleterek kaleyi içindekilerle birlikte havaya uçurdu. Kurtulan olmadı. 

**Battaniye (?!) Konunun tamâmen dışanda kalan bir kişi tarafından yazıldığı anlaşılan metindeki ‘Battaniye’ kelimesi hayatında hiç duymadığı ‘Bâtıniyye’ kelimesinin yerine uydurulan asparagas bir kelimedir.

Ayrıca; Hasan Sabbah ile Nizamülmülk (1018-1092) ve Ömer Hayyam (1048-1131)’ın ‘sınıf arkadaşı’ olması mümkün değildir. Nizamülmülk ile Ömer Hayyam arasında arasında 30,  Nizamülmülk ile Sabbah arasında 41 yıl fark vardır.

Netice: Kitap tanıtım yazısı yazanlar, Mezhepler hakkında olduğu kadar, toplama çıkarma işlemleri hakkında da yarım-buçuk olsa bile bilgi sâhibi olmalılar.

OĞUZ ÇETİNOĞLU