KİTÂBİYAT - 274

Abone Ol

Şeyh Galib’in yazdığı Hüsn ü Aşk isimli eser, tasavvufî bir hikâyedir. Sembollerden faydalanarak tasavvufta seyr-ü sülûk'u anlatır. Hüsn ü Aşk'ta birinci sembol Hüsn, sevileni yâni mutlak güzelliği, olan Aşk ise seveni yâni dervişi, / mânevî yolcuyu temsil eder. Diğer semboller ise şöyledir: ‘terbiye okulu’ olarak ifâde edebileceğimiz Mekteb-i edeb: dergâh ;Munlâ-yı Cünûn: mürşid; Suhan: aracı / yardımcı; Gayret: bildiğimiz gayret / başarmak için sarfedilen çaba, verilen mücâdele; ismet: dürüstlük; Kalb kalesi: gönül; yoldaki olaylar, felaketler ve gam harabeleri: tahammül; Hûş-Rübâ: aklı çelen nefs denilen kavramları temsil ederler.

Benî Muhabbet (sevgi oğulları) adındaki Arap kabilesinin büyüklerinden birinin oğlu; başka bir kabilenin büyüklerinden birinin de kızı olur. Erkeğe ‘Aşk’, kıza da ‘Hüsn’ adı verilir. Gençler, Edeb denen okulda Munlâ-yı Cünûn adındaki hocadan ders okudukları sırada birbirlerine âşık olurlar. Bazen içinde Feyz havuzu bulunan Ma'nâ isimli gezinti yerinde buluşmaktadırlar. Buranın görevlisi olan Suhan, bilgili ve yol gösteren bir ihtiyardır.

Kabilede ‘Hayret’ adlı biri, iki sevgilinin bir arada bulunmasına engel olunca birbirinden ayrılan âşıklar Suhan vasıtasıyla mektuplaşırlar. Aşk'ın Gayret adlı bir lalası, Hüsn'ün de İsmet adlı bir dadısı vardır. Aşk, Gayret'in de yardımıyla Hüsn'ü istemeye gider.

Fakat, kabile büyükleri, Kalb ülkesine gidip oradaki kimyayı getirmedikçe Hüsn'ü vermeyeceklerini söylerler. O da bunun üzerine Gayret'le yola koyulur. Yolda içine düştükleri derin bir kuyuda karşılaştıkları bir cadı bunları hapseder. Bu sırada Suhan yetişir ve kuyu dibinde İsm-i A'zam (Allanın en büyük adı) yazılı ipe sarılıp kurtulmalarını söyler. Buradan kurtulduktan sonra yolları Gam harabelerine uğrar.

Kış mevsiminin hüküm sürdüğü burada bir cadı Aşk'a gönül verir. Aşk, cadının aşkına karşılık vermeyince O’nu çarmıha gerdiği sırada gene Suhan yetişir ve Aşk'a Hüsn'den bir kılıç ile bir at; Gayret'e de iki kanat getirir. Yolda gulyabânîlerle savaşırlar. Bu sırada Ateş denizine rastlarlar. Cinler, onun kıyısındaki mumdan gemilere binmelerini teklif ederlerse de kabul etmezler. Buradan kurtulup Çin ülkesine varırlar. O sırada bir dudukuşu şekline bürünen Suhan, Aşk'ı îkaz eder. Der ki, ‘Çin padişahının Hüş-Rübâ adlı kızına aşık olursan seni Zâtu'ssuver kalesine hapsederler. Dikkatli ol!’ Fakat Aşk, Hüsn'e benzettiği Hüş-Rübâ'ya gönlünü kaptırır. Huş-Ruba Aşk’ı sarhoş eder ve kılıcını elinden alır. Hüs-Rübâ’nın babası da Aşk’ı, maddî varlığı, insan benliğini temsil eden Zâtu's-Suver kalesine kapamıştır. Gayretle burada hapsedildikleri sırada gene Suhan yetişir ve Aşk'a kaleyi ateşe vermesini söyler. O da böyle yaparak kurtulurlar. Nihayet, kutlu bir sabah vakti Suhan, bir hekim kılığında gelir ve Aşk'ı, Kalb kalesine götürür orada Hüsn'ün sarayına ulaşırlar. O anda Hayret, İsmet, Munlâ-yı Cunûn ve diğerleri gelirler. Ma'nâ gezinti yeri de görünür. Bu sırada Suhan, cadıyı öldürenin, yolları temizleyenin, hekim kılığına girenin hep kendisi olduğunu, Aşk'a yanlış yol tuttuğunu ve Aşk'ın Hüsn; Hüsn'ün de Aşk'tan ibâret olduğunu, birliğe ikiliğin sığmadığını anlatır.

Sonunda Hayret, Aşk'ı alıp Hüsn'e götürür ve gayp perdeleri (bilinmezlik, sır perdeleri) açılır. Aşk, Hüsn'ün kendisi olduğunu anlar. Yani, kendisi kendisine kavuşur.

Hikâye bunlardan ibârettir. Fakat okuyanların yorumları farklıdır. Gönlü Allah (cc) aşkı ile dolu olanların yorumları ise çok engin ve çok derindir.

Hayatta mânevî yolculuğa çıkmayanlar tabiat âleminde kalırlar. Manevî yolculuk ise o yolları bilen birinin terbiyesine girmek; irâdesini onun irâdesine vermekle mümkündür. Tarikata giren bir kişi bağlandığı şeyhin bilgi, irâde ve kontrolü altında yaradılışın sırrını anlamaya çalışır. Mânevî yolculuğa giren kişi, olgunluğa üç durakta / merhalede ulaşır. Birinci durakta bütün işlerin Tanrı işi olduğunu; hayır, şer, iyi, kötü diye bir şey olmadığını; ikinci merhalede bütün sıfatların Tanrının tek sıfatı olduğunu; üçüncü merhalede Tanrı zuhurundan ibâret olan kâinatın Tanrıdan ayrı bir varlığı olmadığını anlar. Böylece, olgunlaşan insan, kâinatla Tanrıyı ayrı görmez; hiçbir şeyi inkâr etmemekle beraber hiçbir şeye de bağlanmaz.

Manevî yolculuğa çıkan kişi yâni sâlik bu devre içinde alışkanlıklarını terk etmeye çalışır az yer, az içer, ibâdet eder, zikirde bulunur, kendi nefsini daima kontrol altında tutar, tevekkülün, sabrın, kanâatin mânâlarını anlar.

Hüsn ü Aşk'ta Aşk, bütün engelleri aşmış, olgunluğa ulaşmış ve hakîkati anlamıştır.

Hüsn ü Aşk, mesnevî tarzında ve 1782 yılında yazılmıştır, 2041 beyittir.‘Batı tesirinde Türk edebiyatı’ akımının henüz başlamadığı bir dönemin eseridir. Şeyh Galip denilebilir ki İslâmî temele oturtulmuş edebiyat türünün mühim temsilcilerinden biridir. Sonraki yıllarda Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin (1865-1914) ‘Amâk-ı Hayâl isimli eserine ilham kaynağı olmuşsa da, kısa bir süre sonra, bu tarz eserler, batı tesirinin çığ kütlesi altında kalmıştır. Mehmet Rauf’un (1875-1931) Eylül; Hâlit Ziya Uşaklıgil’in (1867-1945), 1896-1897 yıllarında yazdığı Mai ve Siyah ve 1898-1900 yıllarında yazdığı Aşk-ı Memnu isimli romanları ön plana çıkmış, Peyami Safa (1899-1961) bile bu türde roman yazmak mecburiyetinde kalmıştır. Açık ifâdesiyle Hâlid Ziya Uşaklıgil, Türk romanlığında çok keskin bir dönüş noktasıdır. O noktada durup düşünenler şu soruyu soruyorlar: Sonraki yıllarda, toplum hayatında sıkça görülen evlilik dışı berâberlikler, evli çiftlerin birbirlerini aldatmalar, romandan öğrenilenlerin tatbikatı mıydı, yoksa Hâlid Ziya, 40 sene, 50 sene sonra olacakları önceden görerek mi romanlarını yazmıştı?

***

Hüsn ü Aşk ilk defa lise edebiyat öğretmeni ve yayıncı Vasfi Mâhir Kocatürk (1907-1961) tarafından 1961 yılında nesir şeklinde yayınlandı. Sonraki yıllarda pek çok kişi tarafından hazırlanan kitap, değişik yayınevleri tarafından farklı hacimlerle okuyucuya sunuldu.

.


 

KLASİK TÜRK ROMANLARINDAN ÜÇ KİTAP:


 


 


 


 

TÜRK ROMANCILIĞI

Türk edebiyatı, sözlü eserlerle başlamış, nazım ağırlıklı olarak devam etmiştir. Destanlardan, efsânelerden hikâye ve romana geçiş, denilebilir ki Tanzimat dönemi ile birliktedir. Tanzimat dönemi, bilindiği gibi 1839’da başladı. Sonraki 30 yıl içerisinde yazılan nesir eserler hikâye, seyahat notları şeklinde gazete sayfalarında kaldı. Şemseddin Sâmi (1850-1904), ilk Türk romanı olan Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’ı 1872 yılında yazdı. Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat, günümüz Türkçesinde, ‘Talat’ın Fıtnat’a Aşkı’ olarak ifâde edilebilir. Kitapta, sonu hüsranla biten bir aşkın hikâyesi anlatılır. Nâmık Kemal’in (1840-1888) edebî romanı olan İntibah 1876, târihî romanı Cezmi, 1880 yılında yayımlandı. Recâizâde Mehmud Ekrem’in tanınmış romanı Araba Sevdası’nın yayın yılı 1896’dır.

Bu romanların hepsi, batı tesirinde Türk edebiyatı grubunda yer alır.

Türk romancılığı, Cumhuriyetle birlikte millî bir hüviyet kazandı. Abdülhak Şinasi Hisar (1887-1963), Reşat Nuri Güntekin (1889-1956), Safiye Erol (1902-1964), Sâmiha Ayverdi (1905-1993), Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975), Tarık Buğra (1918-1994), Mustafa Necâti Sepetçioğlu (1932-2006) ve yaşayan romancılarımızdan Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Mehmet Niyazi Özdemir, Yavuz Bahadıroğlu, İskender Pala ile diğerleri, romancılığımızı zenginleştirmeye devam etmektedirler.