Corona sebebiyle her yerde deterjan, kolonya, sabuna hücum olmuş. 

İnanılır gibi değil ama, makyaj temizleme malzemeleri bile tükenmiş. Elbette hijyen önemli… 

Lâkin bizim temizliğimiz Corona’dan değil, imanımızdan… Zaten temiz bir toplumuz paniğe gerek yok… 

Daha enteresanı marketlerde bir paket dahi sigara kalmamış… Tamam anladık, evden çıkmayacaksın Corona’dan korunacaksın ama bu seferde kansere yakalanacaksın… 

Tabi ki önlem alacağız… Ama bu tür ani alımlar çok sağlıksız… Bu tutum panik sebebi, enflasyon sebebi, pahalılık sebebi, anlık da olsa kıtlık sebebi!.. 

Neyse… Bu konuları zaten halihazırda herkes konuşuyor, yazıyor…

Biz bugün makyaj temizleme losyonundan vs. değil de, bizzatihi makyajdan söz edelim.

Hem böylece o yoğun Corona gündeminiz biraz dağılmış olur…

Öd, Türkçe kökenli bir kelimedir… Geçmiş tarihlerde, bugün bilindiği gibi “Safra” anlamında kullanılmazdı.

Öd; Zaman demekti… Geceyi ve gündüzü gösterirdi.

Atalarımız “Öd”ü yani zamanı, hızlı koşan bir ata benzetirdi… Özellikle “Al” renkli atlar zamanı simgelerdi. Bu atlar hızlı koşardı. İşte zaman da aynı onlar gibi akıp giderdi. Ve geri alınamazdı. 

Yani “o anı” en iyi şekilde değerlendirdin değerlendirdin, bir daha tekrarı yoktu… 

Bu çok önemli meseleyi, gelecek nesillere anlatmanın bir yolu olmalıydı… At üzerinde oynanan oyunlar düzenlendi… At üzerinde giderken yani zaman ilerlerken… Aynı anda kabiliyet ve becerilerini gösterebileceğin oyunlar düzenlendi… Oynayarak, eğlenerek yaşam öğrenilmeliydi. 

Zaman önümüzden akıp geçerken, en iyi şekilde değerlendirmemiz öğütlenirdi… Bunun içinde yeterince çalışmak gerekliydi… 

İşte bu durumun ismi de “Felek”ti… Felek çalışanın, isteyenin, azmedenin yanındaydı…

Neyse… “Felek” konusuna birazdan döneceğiz….

Bu sebeple Türk’lerin at üzerinde oynadıkları oyunlar meşhurdu… 

Oyun oynayarak gençlere hayat öğretilirdi… Türkler bozkır göçebeleriydi… Genelde hayvancılık yaparlardı. Oğlak, keçi, koyun beslerlerdi. Ve bu hayvanların doğada çok düşmanı vardı. Hayvanları kaptırmamaları gerekliydi.

Ayrıca akıncılardı… Sık sık kendilerini savunmaları ve buna cevap vermeleri gerekirdi. Yani korunma ve savaş becerilerini yükseltmeleri hayati bir mesele idi… Ve bunu en hızlı yapabilen, zamanı en iyi kullanabilen hayatta kalabilecekti, malını koruyabilecekti…  

Ve “Cirit” oyunu doğdu…

Genellikle al renkli atlar ile oynanırdı… Çünkü onlar “Öd”ün, zamanın simgeleriydi. Öd’ü iyi kullanabilmek hayatiydi ve bu da ancak pratik yapmakla mümkündü… 

Gençler atlarının üzerinde karşılıklı dizilirlerdi. Ardından bir tanesi kendisine tanınan mesafeye kadar yaklaşır ve rakiplerinden birinin adını söyleyerek ona mızrağını fırlatırdı. Değdirirse puan alırdı. Değdiremezse geri kaçmaya başlardı. Çünkü sıra rakipteydi. O da onu kovalar ve vurmaya çalışırdı. Oldu da rakibinin önüne geçtiysen işler değişirdi. Hoşgörü gereği mızrağını fırlatmaz ona yol açardı. O an için zayıf kalmış birinden faydalanılmaya çalışılmazdı. Oyun içinde bu durum da hoşgörü, nezaket puanı getirirdi. 

Bu oyun özünde, ilk atışta kendine, malına zarar gelmeden savunma talimiydi…

Gençler, bu oyunlar sayesinde eğlenerek, bir nebze olsun dünya görüşü oluştururdu.

Öd, gece ve gündüzdü… 

Ödlek ise; arapça ifadesiyle “Felek” idi… 

Zamanı iyi kullanamayanlar onun için “kahpe” dedi, “kör talih” dedi, “sille” dedi… Çünkü onlar kaybetmişti… Ama ne münasebet, suç kendinde olamazdı. Eee bir suçlu gerekliydi… Kabak da feleğe patladı… 

Ardından “felek” üzerine şarkılar yazıldı… Ama elbette özünde yerdiği, eleştirdiği insandı, nefsiydi, kibiriydi, miskinliğiydi… Sadece insan, bunu kendine bir türlü itiraf edemedi… 

Felek; Dünya, kozmos, evrendir. 

Evr ise; çevrilmek demektir. 

Felek; Durmadan dönmektir. Kısmettir. İnsanlar için bir yaşam çarkıdır. Kime ne zaman neyin vuracağı belli olmaz… 

Dünya, kozmos ise; Bu olası kutlamalara her daim hazırlıklıdır. Yaşamın, üremenin, huzurun, mutluluğun kutlamaları için hep kendini süslü tutar… 

Gündüzleri bazen güneş açar, ışıl ışıldır; bazen bir bulutun ardından bakar, ama yine pırıl pırıl görünür. Akşam vakti geldiğinde gökyüzü kızıla boyanır. Seyrine doyamazsın, ertesi gün olsa da tekrar seyretsem dersin… Onu seyrederek dertlerine derman, yüreğine sağlık bulursun… 

Hele hele gece olunca manzara, süs daha bir bambaşka olur. O pırıl pırıl yıldızlar her yere saçılır. Ayın ışıltısı, seyir zevki bambaşkadır. Bazen bir göktaşı kayar. Alev alev yanarak bir yerden bir yere gidişini seyredersin.. Keyiften için içine sığmaz…

Kozmos bu, durmadan döner. Süsleriyle, renkleriyle hayata renk katar. Herkese ulaşır, dokunur… Mutluluğu arayanların kafasını biraz kaldırması yeter… Kozmos, renkleriyle süsüyle, makyajıyla huzur, motivasyon, mutluluk ve kısmet için hep oradadır.

Bu sebeple makyaj ve malzemelerine “Kozmetik” denmiştir…

Hayatın, nesillerin devamını sağlayan, dokunduğu yerde güller açan, şifa kaynağı, cana can katan kadınlarımız… 

Motivasyon, huzur, kısmet için kozmosunu, makyajını hep taze tutar… Ve her makyaj yaptığında kozmosa bir mesaj yollar…