Her birimiz ölüm ve yaşam arasındaki köprüde asılı duran o incecik çizginin üzerinde gidip geliyoruz. Sendelesek düşeceğiz belki de. Tam düştüm dediğimiz anda tekrar dengeye kavuşup yolumuza devam edeceğiz yaşam çizgisi üzerinde. Ya da kırmızı çizgiden çıkıp son nefesimizi vereceğiz ömrümüz tükendiğinde.
Hayat; önümüzde kırmızı bir çizgi gibi uzanırken, bir şekilde hedefe varmak için soluk soluğa koşacağız. Önümüzde uzanan hayatın kırmızı çizgisi ve üzerinde dengede durmaya çalışan bizler. Tıpkı ip cambazlarının ipin üzerinde yürürken her an dengelerini yitirip düşme riskine rağmen inatla, dimdik ve ayakta kalabilmelerine ve gözlerini sadece hedefe kilitlemiş olarak ilerlemesine benzetirim her sendelediğimde.
Yaşam önümüzde zor ve riskli incecik kırmızı bir çizgi gibi dururken, tıpkı ip cambazları gibi önümüzde asılı duran hayat çizgisinde ilerlemeye çalışmamız, her türlü riske karşı direnç göstermemiz, hayata umut ve sevgiyle sarılmamızdan geçiyor. Kırmızı bir çizginin üzerinde, hayatın mutluluk oyunu ile mutsuzluk trajedisi arasında tek adımlık, incecik kırmızı çizginin üzerinde yürüyoruz. An gelir denge bozulup tamda düşerken tekrar dengeyi sağlıyor ve ipin üzerinde yolumuza devam ediyoruz. Bazen de an geliyor, denge bozuluyor ve ayağımızın altındaki kırmızı ip kopup gidiyor. Buna asla engel olamıyoruz.
Günlerden 17 Ağustos
Genç bir denizci subayı eşi ve küçük kızları ile birlikte iki katlı ve bahçesi olan, eski bir taş evde oturuyorlar. İşi dolayısı ile genç subay genelde geceleri açık denizde görevde bulunuyor. Genç anne ve küçük kızı çoğu geceler evlerinin terasına çıkıyor, denizi göstererek ‘bak baban orada bize el sallıyor bizde ona el sallayalım’ diyerek kızını avutuyordu.
- Sabah olunca babam gelecek değil mi anne? Diye soruyordu küçük kız.
- Evet, hava aydınlanınca baban gelecek, diyerek bir an evvel sabah olması için dua ederek uykuya dalıyorlardı.
Genelde eşi nöbete gittiğinde evin alt katındaki salonda kızı ile birlikte uyuyor ve bu şekilde kendini daha güvende hissediyordu.
O gece genç çiftlerin beşinci evlilik yıldönümleri olmasına rağmen, yine nöbete giden genç subayın arkasından aynı şeyler yaşanmış, anne ve kızı derin uykuya dalmışlardı.
Gecenin sessizliğini delercesine başlayan uğultu ile gözlerini açan genç anne, deprem olduğunu fark etmiş ve salonda uyudukları için kızını kapması ile mutfak kapısından bahçeye ulaşmaya çalışmıştı. Mutfak ve salon arasında bulunan kalın taş kolonu tam da geçtikleri anda kolonun kırıldığını ve bahçeye açılan kapıya ulaştıklarında mutfağın bir kısmının yıkılmaya başladığına şahit olmuşlardı.
Genç anne bir süre evinin bahçesinde kızının üzerine kapanmış vaziyette kalakalmış şoka girmişti. Çevreden gelen komşu tanıdıklar ‘gel kızım geçti’ diyerek sakinleştirmeye çalışmışlar ancak; bir türlü sakinleştirememişlerdi. Kızı yanında olan genç annenin şimdi tek düşüncesi, deprem anında denizde gemide nöbette olan eşi idi. Çevreden yükselen acı feryatlara adeta kulaklarını tıkamış evinin bahçesinde kocasının dönmesini bekliyor, bir yandan da ‘Allah’ım evlendiğimiz gün eşimi benden alma, bana bağışla’ duaları dilinden eksik olmuyordu. .
Hâlbuki olayın birkaç dakika öncesi, hatta birkaç saniye, salise öncesi hayatları rutin bir şekilde devam ediyordu.
Eşinden bilgi alabilmek için yetkili mercilere ulaştığında ‘eşiniz rahatsız tedavi görmek üzere Ankara’da bulunan şu hastaneye gönderildi’ bilgisini almıştı. Daha sonra öğrendiğine göre eşi deprem sonrası birliği ile birlikte kurtarma çalışmalarına katılmak üzere karaya çıkmış, kurtarma çalışmaları sırasında enkaz altında feci şekilde can veren bir kız çocuğunu kendi kızı sanmış ve o anda yaşadığı korku yüzünden akli melikelerini yitirmiş tedavi altına alınmıştı.
Deprem sonrası gelen bir haber ‘yarın kamyon ile İzmir’e gidilecek bayan ve çocuklar götürülecek’ denilmiş, İzmir’de yaşayan ailesinin yanına gitmeye karar vermişti.
Geçen zaman içinde yaşanan acılar, sıkıntılar katlanarak devam etmiş eşi ise iyileşmek yerine her geçen gün daha da kötüye gitmişti. Gerek eşinin ailesi, gerek ise kendi ailesi tarafından yapılan baskılara daha fazla dayanamamış, eşinin iyileşme şansı olmadığını ve ayrılması gerektiğini aradan dokuz sene seçtikten sonra kendisi de kabul etmek zorunda kalmıştı.
Genç kadın eşinden ayrıldıktan sonra gerek aile desteği, gerek ise çalışarak kızını büyütüyordu. Hayata onu bağlayan tek bağı kızı idi, ‘bir daha yüzüm gülmez’ diyerek hayata adeta küsmüştü.
Hayat ve ölüm arasındaki köprüde, o ince kırmızı çizginin bir kez dengesi bozulmuştu artık. Tekrar dengeyi kurmakta zorlanıyor aynı zamanda eşi ise ölüm korkusu ile burun buruna yaşıyordu.
Hikâyenin devamını merak ediyorsunuz eminim. Kırmızı çizgi üzerinde hayat bir şekilde devam ediyor kuşkusuz.
Neyin ne olacağını hiç bilmeden, her şeyin an meselesi olduğunun bilincinde, her şeyin bir anda değişebileceğini bilerek ilerliyoruz hayat denen kırmızı çizgi üzerinde. Ne bir adım eksik, ne de bir adım fazla.
Önümüzde uzayıp giden kırmızı çizginin sonuna gelene ve ömür dediğimiz çizgi son bulana dek, her nefeste bir adım daha atmak uğruna verilen onca mücadele ve onca çaba. Bütün gayretimiz ve uğraşımız yolun sonuna ulaşana dek ayakta kalabilmekte.
O zaman hayata sevgiyle gülümseyelim. Çizginin uzunluğu kısalığı belki bizim elimizde değil ama bir şey var ki ondan eminim. O çizgi üzerinde dik durmamız sadece bizim elimizde.
Sevgilerimle.