ÖNCE VATAN GAZETEMİZİN DEĞERLİ OKUYUCULARI!

2005 yılında Kronolojik Târih Ansiklopedisi isimli kitabımın tefrikası ile başlayan berâberliğimiz, 02.12.2006 târihinde RÖPORTAJ, 20.06.2012 tarihinde KİTÂBİYAT sayfalarıyla devam etti. Röportaj serisi 23 Şubat 2020, Kitâbiyat sayfası ile 11 Mayıs 2022 târihinde 500. sayıya ulaşınca sona erdirildi. Her ikisi de Türkiye rekorudur. 

Yeni bir yılda, yeni bir sayfa formatıyla birlikteliğimiz devam edecek inşallah. 

Yeni sayfamız, Cemil Meriç (1916-1987) üstadımızın bir eserinden ilham alınarak isimlendirilmiştir: KIRK AMBAR! 

İyi okumalar efendim! 

KIRK AMBAR

Mütefekkir, sosyolog ve muharrir, kitap mütercimi Cemil Meriç, ‘Kırk Ambar’ isimli 2 ciltlik eserini; ‘mefhumlar sözlüğü, derbeder ve dağınık bir ansiklopedi’ olarak tanıtıyor. Üstâdın kendi ifâdesiyle ‘kurmak istediği âbidenin birkaç sütunuyla birkaç odası’dır.  

CEMİL MERİÇ:

Babasının görev yeri sebebiyle Hatay’da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüştü. Fransız idâresindeki Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu. Tercüme bürosunda çalıştı, ilkokul öğretmenliği ve nâhiye müdürlüğü yaptı. 1940’ta İstanbul Üniversitesi’ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor, Arapçayı, kendi ifadesiyle, ‘söküyor’du. Elazığ’da 1942-1945, İstanbul’da 1952-1954 yılları arasında Fransızca öğretmenliği yaptı. 1941’den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası dergilerinde yazmaya başladı. 1946-1963 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde okutmanlık yaptı, 1963-1974 yılları arasında Sosyoloji Bölümü’nde ders verdi. 1955’te, gözlerindeki miyopinin artması sonucu görmez oldu ise de olağanüstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Bu dönemde, sonradan Sosyoloji Profesörü olan kızı Ümit Meriç yardımcı oldu. Çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı. Hisar Dergisinde ‘Fildişi Kuleden’ başlığıyla sürekli denemeler yazdı. 1974’te emekli oldu ve yılların birikimini art arda kitaplaştırmaya girişti. l984’te, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987’de vefat etti. İlk telif eseri Balzac üzerine küçük bir incelemeydi. ‘Hint Edebiyatı’ (1964). Daha sonra ‘Bir Dünyânın Eşiğinde’ başlığıyla iki defa daha basıldı. ‘Saint-Simon, İlk Sosyolog İlk Sosyalist’, 1967’de çıktı. 1974’ten sonra yayımlanan kitapları şunlardır: ‘Bu Ülke’ (1974, 5 baskı), ‘Umrandan Uygarlığa’ (1974, 2 baskı), ‘Mağaradakiler’ (1978, 3 baskı), ‘Kırk Ambar’ (1980), ‘Bir Facianın Hikâyesi’ (1981), ‘Işık Doğudan Gelir’ (1984), ‘Kültürden İrfana’ (1985). Balzac’tan yaptığı çevirilerin ilki 1943’te yayımlandı. Fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, Uriel Heyd’in Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (1980), Thornton Wilder’ın ‘Köprüden Düşenler’ (1981) ve Maxime Rodinson’un ‘Batıyı Büyüleyen İslâm’ (1983) adlı eserlerini de Türkçeye kazandırdı. ‘Jurnal 1’ 1992’de, ‘Jurnal 2’ 1993’te, ‘Sosyoloji Notları’ ve ‘Konferanslar’ 1993’te yayınlandı.

KIRK AMBAR sayfasında; günlük politika hâriç her konuda; bilgilendirici, eğlendirici yazılar yer alacak. Târih, sağlık, dilimiz Türkçe, millî ve mânevî değerlerimiz, küçük hikâyeler, şiirler, tavsiyeler, günün şahsiyeti, günün olayı, sinema, tiyatro, özlü sözler, ilgi çekici olaylar, kısa kitap tanıtımları röportajlar, az bilinen kavramlar, yeni buluşlar  ve akla gelen-gelmeyen türlü çeşitli konular… Okuyucu sorularına cevaplar verilmeye çalışılacak. Okuyuculardan gelecek yayınlanmaya değer bulunan kısa yazılar değerlendirilecek… Hülâsa herkesi ilgilendirecek konular işlenecek. 

TÜRK’ÜN MİSÂFİRPERVERLİĞİ:

1930’lu yılların başında bir Fransız Türkolog, folklorik araştırma yapmak üzere Türkiye’ye gelmişti. Tâyin edilen bir görevliyle birlikte hangi vasıtayı bulurlarsa onunla Anadolu’yu gezerler. Kasabalara, köylere kadar inerler. Meşakkatli yolculukların birinde yol, onları bir küçük köye ulaştırır. Karşılarına çıkan ilk kapıyı yorgun argın çalarlar. Kapıyı orta yaşlı, üstü başı dökük bir adam açar. Tanrı misâfiri deyip dalarlar içeri. Avludaki eski bir minderin üstüne yığılırlar adeta. Meğer ev sahibi yalnız yaşıyormuş. Testisindeki soğuk sudan birer bardak uzatır. Sonra mahcubiyet içinde ve üzüntülü tavırlarla yanlarına girer çıkar, girer çıkar, bir şeyler söyleyecek ama söyleyemez. Nihayet dili çözülür. Der ki: ‘Efendiler, ben dünden beri açım. Elimde avcumda ne varsa tükendi. Bu yüzden size yemek çıkaramadım.  Siz misâfirsiniz, töremizde misâfiri ikramsız göndermek yoktur. İkram yerine mahallî oyunlarımızdan oynasam olmaz mı?’

Adam hem oynamış, hem ağlamış.

LOKMAN HEKİM DİYOR Kİ:

Dört şeyi unutmayınız: Allah’ı, size yapılan iyilikleri, yaptığınız kötülükleri, verdiğiniz sözleri. Dört şeyi unutunuz: Yaptığınız iyilikleri, size yapılan kötülükleri, size tevdi edilen sırları, dostlarınızın kusurlarını

***

Dört kişiye darılmayınız: 1-Annenize, 2-Babanıza, 3-Kardeşlerinize, Yakın akraba ve komşularınıza.

Dört şeyden Allah’a sığınınız: 1-Tembellikten, 2-Korkaklıktan, 3-Cimrilikten, 4-Câhillikten.

Dört şeyi yapmayınız: 1-Kibirlenmek, 2-gururlanmak, 3-Haset etmek, 4-Kin tutmak.

Dört kişiye sert davranmayınız: 1-yetime, 2-Fakire, 3-Hastaya, 4- Dilenciye. 

***

BİLİYOR MUYDUNUZ?

Türkçeden başka hiçbir dilde, ‘gönül’ kelimesi yoktur. 

***

KİTÂBİYAT

PARÇALANMIŞ TÜRKİSTAN’I GEZERKEN

Türk Dünyâsı âşığı Dr. Ali Şâmil, Türk Dünyâsının acı hakîkatini, son yazdığı eserinin adı olarak bir defa daha cihana duyuruyor. ‘Parçalanmış Türkistan’ 

1500’lü yılların ilk yarısına kadar Türk Dünyâsı; ‘Uluğ Türkistan’ olarak anılıyordu. Coğrafî bölgeler olarak Asya kıtasında yaşayanlara ‘Doğu Türkleri’, Avrupa kıtasında yaşayanlara ‘Batı Türkleri’ deniliyordu.

Altın Orda hâkanı Toktamış Han, büyük bir yanlışlık yaparak kendisini Hanlık koltuğuna oturtan Emir Timur ile ihtilafa düşünce, 1390 yılında hükümdarlığı, 1406 yılında ise hayatı sona erdi. Böylece Rusya gelişme imkânı buldu. Kinezlikler birleşti, Rus Çarlığı kuruldu. 

Rus Çarlığı 1472 yılında Kasım Hanlığı’nı, 1552 yılında Kazan Hanlığı’nı, 1556 yılında Astrahan Hanlığını; 1724, 1731 ve 1738 yıllarında üç parça hâlinde Kazakistan’ı, 1722 – 1735 yılları arasında Azerbaycan topraklarında bulunan hanlıkları, 1783 yılında Kırım Hanlığı’nı, 1864’de Özbekistan sınırları içerisinde bulunan Hokand, 1868’de Buhara ve Semerkant, 1873 yılında Hive Hanlıklarını, 1881 yılında Türkmenistan’ı hâkimiyeti altına aldı. Doğu Türkistan 1872 yılında Rus-Çin anlaşması ile Çin hâkimiyeti altında kaldı. 

1917 yılında Çarlık rejimi devrildi. Sovyetler Birliği kurulurken, milletlere bağımsızlık verileceği vaadi, bir müddet sonra sert müdahalelerle iptal edildi, Türklerin esâret hayatı, sürgün ve katliama mâruz kalmaları 1991’e kadar devam etti. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldı. 

Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan bağımsızlığına kavuştu ise de bağımsız 5 Türk cumhuriyeti, Ali Şâmil’in tespitlerine göre bütünleşememiştir. Parçalanmışlık devam etmektedir. Aralarında siyâsî, iktisâdî ve askerî işbirlikleri kurulamamış kendi başlarına buyruk Türk cumhuriyetleri var. Oralarda yaşayan Türklerden bir kısmı, kendilerinin Türk değil; Azerî, Kazak, Kırgız, Özbek ve Türkmen olduklarını iddia ediyor. 

İçler acısı bu durum, Ali Şâmil’in eserine sunuş yazısı yazan Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji İlimleri Profesörü  Vagıf Sultanlı tarafından da teyid ediliyor: 

‘Bir zamanlar yeryüzünün büyük bir coğrafyasına hâkim olmuş, pek çok sayıda imparatorluklar, devletler, hakanlıklar kurmuş olan Türklerin târihi, medeniyeti, edebiyatı, folkloru gelenekleri ile alâkalı meselelerin araştırılması, tahlil edilmesi, çeşitli yönlerden değerlendirilmesi çok önemlidir. Ancak ne yazıktır ki, bunca zengin târihe sâhip Türk soylu insanların, yüzyıllar boyu kendi soylarına karşı sergilediği ilgisizlik, bu gün de devam etmektedir.’  

Bilinmesi gerekir ki bu durum; Çarlık Rusya döneminde başlayan, Sovyetler Birliği tarafından ağırlaştırılarak devam ettirilen ‘parçala, böl ve yönet’ kirli propagandasının oluşturduğu çarpık zihniyettir. Türk soyundan gelen insanların, ‘Türk halkları’ olarak anılması da aynı propagandanın dilimize yerleştirdiği zehirli dikendir. Sovyetler Birliği; Ruslar, Türkler, Gürcüler, Ermeniler, Baltık milletlerinden oluşan karma bir topluluktu. Her bir millete, kendi soylarını unutturmak, târihle olan bağlarını kesip yok etmek için ‘Sovyet halkı’ tâbiri ileri sürülmüştü. Osmanlı Cihan Devleti’nde de aynı politika hâkimdi. Türk, Arap, Acem, Sırp, Slav, Bulgar, Macar, Gürcü, Arnavut Rum, Ermeni, Yahudi gibi çeşitli etnik gruplar bir arada yaşıyordu. Hepsine birden ‘Osmanlı’ deniliyordu. Artık Osmanlı yok, Türkiye Cumhuriyetinde Türkler yaşıyor. Artık Çarlık Rusya’sı, Sovyetler Birliği yok… Bağımsız Türk cumhuriyetleri var. O cumhuriyetlerde yaşayan insanlar, ‘Türk halkları’ değildir, asil ve necip ‘Türk milleti’dir. En dar kapsamlı lügatlerde, sözlüklerde bile halk kelimesi ile millet kelimesinin açıklamaları ayrı ve farklı olarak verilmiştir.

ÇEVRE MESELELERİ / KIZILDERİLİ REİSTEN BEYAZ SARAYDAKİ BÜYÜK BEYAZ REİSE:

     Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç. Bu toprakların her parçası halkım için mukaddestir. Çam ağaçlarının pırıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, ak kumsallı kıyılar, karanlık ormanlar   ve sabahları çayırları örten buğu, halkımın hâtırâlarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık tecrübelerinin bir parçasıdır. Ormanların, ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın hâtırâlarını taşır. Biz buna inanırız. Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz ölüp yıldızlar evrenine göçtüğü zaman, doğduğu toprakları unutur. Bizim ölülerimiz ise doğduğu toprakları unutmaz. Çünkü Kızılderili, gerçek anasının toprak olduğunu bilir.

     Washington'daki Büyük Beyaz Reis bizden toprak almak istediğini yazıyor. Bu bizim için çok büyük bir fedakârlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize, rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerin ise, O'nun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz ama  yine de önerinizi kabul etmemizin kolay olmayacağını itiraf etmek mecburiyetindeyim. Çünkü topraklar bizler için mukaddestir. Derelerin ve ırmakların suyu, bizim için, yalnızca akıp giden su değildir, atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak  bu suların ve toprakların mukaddes olduğunu çocuklarınıza öğretmemiz gerekecek. Biz, dereler ve ırmakları, kardeşimiz gibi severiz. Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize?

     Biliyorum, beyazlar bizim gibi düşünmezler. Beyazlar için bir parça toprağın ötekinden farkı yoktur. Beyaz adam, topraktan almak istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak, beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam, topraktan istediğini alınca başka serüvenlere atılır. Beyaz adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki  toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir.

     Beyaz adamın kurduğu şehirleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu şehirlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu şehirlerde bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı sesler, bir kelebeğin uçarken çıkardığı kanat sesleri duyulmaz.

     Belki vahşi olduğum için anlayamıyorum, ben ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan bir su birikintisinin çevresinde toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve tabiatın seslerini duymadıkça hayatın ne anlamı ne değeri olur? Biz Kızılderili’yiz ve anlamıyoruz. Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgârın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp gelmiş meltemleri severiz.

     Hava önemlidir bizler için, Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı solur. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak; havanın temizliğine önem vermenizi öğrenmeniz gerekecek. Çocuklarınıza havanın mukaddes bir şey olduğunu, havanın temizliğine önem vermek gerektiğini öğretmelisiniz. Hem nasıl mukaddes olmasın hava?  Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini, ölürlerken de son nefesleri bu hava ile alıp vermişlerdi.

     Toprak satmamız için yaptığınız teklifi inceleyeceğim, eğer teklifinizi kabul edecek olursak bizim de bir şartımız olacak.  Beyaz adam bu topraklar üstünde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka düşünemiyorum...  Yaylalarda cesetleri kokan binlerce bufalolar (yabani sığır) gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup vurup öldürüyordu. Dumanlar püskürten demir atın bu bufalolardan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz Kızılderililer, yalnızca yaşayabilmek için öldürürüz hayvanları... Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz?  Canlıların yok edildiği bir dünyada, insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın,  bugün canlıların başına gelen, yarın insanın başına gelecektir.  Çünkü bunlar arasında bir bağ vardır.

     Şu gerçeği iyi biliyorum: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey,  bir ailenin bireylerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu sebeplerle dünyanın başına gelen her felaket, insanoğlunun da başına gelmiş demektir.

     Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrınız, bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yarattıklarıyız.  Beyaz adam, bir gün belki bu gerçeği anlayacak ve kardeş olduğumuzun farkına varacaktır. Siz, Tanrımızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz. Ama Tanrı, hepimizi yaratan Tanrı için, Kızılderili ile Beyazın arasında fark yoktur. Ve Kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Toprağa saygısızlık, Tanrı’nın kendisine saygısızlıktır.

     Beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona, Kızılderili’yi boyunduruk altına alma gücü veren Tanrı’nın kaderini anlamıyorum. Tıpkı bufaloların öldürülüşünü, ormanların yakılışını, toprağın kirletilişini   anlamadığım gibi...

     Bir gün bakacaksınız,  gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yaban atları evcilleştirilmiş ve her yer, insanoğlunun korkusuyla dolmuş. İşte o gün, insanoğlu için hayatın sonu, varlığını devam ettirebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacak...