(Antakya Reyhanlı, 12.12.1916-İstanbul, 13 06.1987)
‘Kırk Ambar’ isimli eserin yazarı Cemil Meriç, ‘özgün ve aykırı bir düşünce adamı’ olarak anılsa bile, O’nu tanıyabilmek, anlayabilmek için eserlerini okumak şarttır. Hemen belirtilmeli ki okuyanların hepsi de O’nu hakîki hüviyeti ile tanımak imkânını bulamayabilir. Beynine sığmayan zekâsı, bilinmezleri bilme merakı, fırtınalı tefekkür hayatı ve bütün bunların karışımı olan denemeleri, inceleme-araştırma yazıları; sıradan okuyucuda hayranlık duygularının teşekkülüne yol açsa bile, anlaşılmasına hiçbir kolaylık sağlamaz. O hep yeni bir arayış, yeni bir bütünleşme ümidi ile düşünmüş ve yazmıştır. Kendisini ‘Hayatını Türk irfanına adayan, münzevî ve mütecessis bir fikir işçisi’ olarak târif ediyor.
‘Aydın’ kelimesi ile ‘münevver’ kelimesi aynı mânâda kullanılıyor olsa da aralarında çok fark vardır. Cemil Meriç’e ‘aydın’ demek, O’nu hafife almak, en azından tanıyamamak demektir. O bir münevverdir. İçerisinde bulunduğu münevverler topluluğundan farklı bir münevver… Kerim Sâdi olarak bilinen Ahmet Nevzat Cerrahoğlu (1900-1977) ve Nâzım Hikmet (1900-1963) ile yakın dost idi. İkisi de Marksist’tir. Bir başka ifâde ile Komünist… Cemil Meriç de hayatının bir döneminde Marksist idi. Fakat çevresindekilerden farklı bir Marksist. Berâber muhakeme edildiği Marksistler mahkûm olurken O beraat etti. Marksist düşüncelerden tamâmen arınmadığı halde, bir dönemde Fransız kültürünün Türkiye temsilcisi olarak yazıp konuşmuş olmasına rağmen, Cemil Meriç, muhafazakâr ve sağ cephenin sevdiği-saydığı, el üstünde-baş üstünde tuttuğu bir değerdi. Sol kesim, Cemil Meriç’i sağcılara kaptırdığı için dâima hayıflanmıştır.
Peki, O kendisini nerede görüyordu? Sağda mı solda mı? Klasik cevap: ‘Hem sağda, hem solda’ olabilir. Hayır! O, kendisinin hiçbir tarafa ait olmadığını düşünüyordu. Kendisine biçilen-dikilen elbiselerin içerisine sığmadı. Hakîki münevverlik veya Frenkçe bir kelime ile ifâde etmek gerekirse entelektüellik bu olsa gerek…
Üslûp sâhibi bir münevver.
Türk fikir hayatında benzerini bulmaya çalışanlar çok yorulurlar. Necip Fâzıl Kısakürek (1904-1983) ile aralarında benzerlikler vardır. Aynı ölçüde farklılıklar da…
Necip Fâzıl Kısakürek: ‘İdeolojisiz insan olmaz. Ancak hayvanların ideolojisi yoktur!’, Cemil Meriç ise; ‘İdeolojiler, idrakimize giydirilen deli gömlekleridir!’ Diyordu. Kısakürek ve husûsen Meriç’i mânâlandırmak için zekâ gücünü zorlama zahmetine katlanmayanlar, ikisinin de haklı olduğunu anlamakta zorlanacaklardır. Prof. Dr. İskender Öksüz, meseleyi açıklığa kavuşturuyor: ‘Muhtemelen ikisi de haklıdır. Görünürdeki çelişki, ‘ideoloji’ kelimesine verdikleri mânâda yatıyor. Irkçı ideolojiler düşünüldüğünde rahmetli Meriç’e katılmamak mümkün değil. O mânâda ideoloji, hem idrâkimize hem ilmî düşünceye ve ilim zihniyetine giydirilmek istenen deli gömleğidir. Necip Fazıl ‘ideolojisiz insan olmaz’ diyor. Çünkü O; ideolojisiz düşünceyi ‘değerlere dayanmayan düşünce’ diye algılamaktadır. ‘Değer’den kastı ise ‘vahiy’dir. O’nun ‘hayvan’ dediği, değerleri olmayan dinsiz-imansız ve -yine havasına göre- milliyetsiz-vatansız mahlûktur. Buna da katılmamak mümkün değildir.
Bu yazının ilk cümlesindeki -Cemil Meriç’i okuyanların hepsi de O’nu hakikî hüviyeti ile tanımak imkânını bulamayabilir- iddiası, böylece ‘hakaret’ düşüncesinden tamâmen uzaklaştırılmıştır inşallah.
Cemil Meriç’i Mir Sultan Galiyev (1892-1940) ile düşünce bâzında eşleştirenler de vardır. Bilindiği gibi Galieyv; dünya Türklerini birleştirerek Marksist bir Türkistan devleti kurmak isteyen lider ve düşünce adamıydı. Millî komünizmin fikir babası olarak, kendilerini ‘ulusalcı’ olarak isimlendiren grup tarafından baş tâcı edilir. Onlar, satıhta kaldıklarından Sultan’ın ‘Müslüman-Marksist’ olduğunu bilmezler.
Hatırlanacağı üzere Galiyev, ‘milliyetçilik yaptığı’ ve ‘enternasyonalizme inanmadığı’ gerekçesiyle Lefortovo Hapishânesi’nde kurşuna dizilerek idam edildi.
Cemil Meriç Üstâdımızın, keskin ifâdelerle verdiği târiflerde, bâzı ipuçları bulmak mümkün olabilir.
Kitap: istikbale yollanan mektup, smokin giyen heyecan ve mumyalanan tefekkür.
Kütüphane: bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzlükleriyle dolu mekân.
Liyakat: ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı.
Hadis: ‘Kendini tanıyan Rabbini tanır.’ Diyor. En küçük sonsuzla en büyük sonsuz arasındaki esrarlı ayniyeti ifşa eden büyük söz. Hint bilgeleri de ‘Gökte tek ay var. Akisleri sonsuz. Her kabın suyunda başka bir ay. O kaplardan biri de sensin.’ Derken aynı hakikate tercüman oluyorlar.
Bu ülkenin bütün ırklarını, tek ırk, tek kalp, tek insan hâline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. İster siyah derili, ister sarı... inananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için yaşamak ve ölmek. Türk’ü, Arap’ı, Arnavut’u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya, yani irşâda. Altı yüzyıl beraber ağlayıp beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı korkunç bir kâbusa kalbeden meşûm bir salgın: Maddecilik. Târihin dışına çıkan Anadolu, târihin ve hayatın. Heyhat, bu çöküşte kıyâmetlerin ihtişâmı da yok, şiirsiz ve şikâyetsiz…
* * *
O’nun nazarında sağ; inzivaya çekilmiş mazlum ve mustarip, sol; mânâsını mânâadığı bir reçeteyi kekeleyerek okuyan bir zavallı.
Üstada göre bu memleketin cüzzamlılar ülkesi olmasının sebebi, her düşünceye ve her düşünene saldırılmasıdır. O’na göre düşünce, tezatlarıyla bir bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hatâya mahkûm etmektir. Düşünmek, özellikle insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden bir kaçına dalıp çıkmakla olur.
Darağacına da gitse tekrarlayacağı tek hakikatin ‘her düşünceye saygı’ olduğunu ifâde ediyor.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Çiftlik sâhibi varlıklı bir şahıs, meşru olmayan yollardan kazandığı para ile bir inek sürüsü satın alır. Sonra ineklerin sütünden ve günün birinde etinden faydalanmanın doğru olmayacağını düşünerek sürüyü, Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî’nin, aynı zamanda aşevi işlevi görmekte olan dergâhına bağışlamak ister. Kahyâsı vâsıtasıyla durumu Hacı Bektâş-ı Velî’ye iletir. Hacı Bektâş-ı Velî, ‘Helal değildir’ diyerek bağışı kabul etmez. Bunun üzerine kâhya Mevlevî dergâhına gider. Görüşüp durumu anlattığı Mevlânâ Hazretleri, bu bağışı kabul eder.
Kâhya, Hazret-i Mevlânâ’ya, Hacı Bektâş-ı Velî’nin bağışı kabul etmediğini, bu konudaki yorumunun ne olduğunu sorar.
Mevlânâ’nın cevabı:
-Biz karga isek Hacı Bektâş-ı Velî, bir şâhindir. Öyle her bulduğu yenilebilecek nesneye tenezzül buyurmaz. Bağışınızı o sebeple kabul etmemiştir.
Kâhya, bu düşündürücü cevap üzerine üşenmez, bu defa da Hacı Bektâş-ı Velî’ye gider, durumu anlatıp yorumunu öğrenmek ister. Hacı Bektâş-ı Velî’nin yorumu:
-Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlâna’nın gönlü bir okyanus gibidir. Bir damla ile bizim gönlümüz kirlenebilir. Fakat O’nun engin gönlü kirlenmez. Bağışınızı bu sebeple kabul etmiştir.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
İnsanoğlu, değer yarattığı ölçüde değer kazanır.
Değer yaratmak azminde olan insanlar, bilgi edinirler, bilgilerini çevresi ile paylaşırlar. Paylaşım sözle yapılıyorsa ve söylenecek sözler ağız boşluğunda oluştuktan sonra gönül, akıl ve fikir süzgecinden geçirilirse, tefekkür edilerek dinleyiciye sunulursa, akıllarda, hâfızalarda ve gönülde kalır. Söz, yâni kelimeler ağız boşluğunda oluştuğu gibi seslendirilirse, bir kulaktan girer, öbür kulaktan çıkar.
Tefekkürle yoğrulmuş bilgi ve ilim, irfan hâline gelir. Âlimlerin belirttiğine göre irfan, bilgiden 1.000 kat, ilimden 100 kat daha değerlidir.
Bilgi, akıl yoluyla ilim hâline, ilim, tefekkür yoluyla irfan hâline dönüşür. İrfan sâhibi olmak için ayrıca tecrübe edinmek ve çile çekmek gereklidir.
Bilgisini ilim, ilmini irfan seviyesine çıkarmak isteyenler kendisine şu 3 soruyu sorarlar:
1-Nereden geldim? 2-Niçin geldim? 3-Nereye gideceğim?
Bu sorulara doğru cevap verenlerin hayatı değerlenir, kendileri de değer kazanır, huzurlu ve mes’ud olurlar, insanlığa da değer katarlar.
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
SİYÂSET ADAMI LÜGATÇESİ
Bir siyâset adamı, kendisinden talepte bulunan seçmenine ‘Evet’ derse; o söz, ‘Belki’ mânâsındadır. ‘Belki’ derse, ‘Hayır’ mâmâsındadır. ‘Hayır’ derse… !!!???
Bir siyâset adamı seçmenine aslâ ve kat’a, kat’iyyen ve kat’ıbeten ‘Hayır’ demez, diyemez.
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
Sen karşıma, her özlediğim anda çıkarsın!
İzmir'de çıkarsın; Kars'da çıkar, Van'da çıkarsın...
Hiç böyle vefa görmemiştir âlemde hakîkat;
Yollar kapanır, bu defa sen fincanda çıkarsın!
(Karaman, 1926-İstanbul, 2014) Kuleli Askeri Lisesi'nden sonra 1948’de Kara Harp Okulunu bitirdi. Kıta subaylığı yaptı. Bu arada Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden de mezun oldu. Heybeliada Deniz Lisesi, Özel Alman Lisesi ve Marmara Koleji'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. ‘Kışlada Bahar’, ‘Hancı’ gibi bâzı şiirleri bestelendi. Şiir kitapları: Bir Yağmur Başladı, Dostlar Başına, Kışlada Bahar, Binbirinci Gece.
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
1-KARANLIKTA BİR SADA –KÂNİ KARACA: Mehmet Güntekin, Fâtih Belediyesi Yayını.
2-RUHUMA SAPLANAN ŞEHİR: Şerif Aydemir, Akıl Fikir Yayınları.
3-UYGURLAR: Ahmet Taşağıl, Bilge Kültür-Sanat Yayıncılık.
4-MEHMET EMİN YURDAKUL’UN BÜTÜN ŞİİRLERİ: Fevziye Abdullah Tansel, Ötüken Neşriyat.
5-CENNETLİK ŞİİRLER: Süleyman Unutmaz, İz Yayıncılık.
*******************************************************************
Kıpçak Türklerinin önemli bir kolu olan Ahıskalı Türkler, günümüzde Gürcistan sınırları içerisinde bulunan ata yurduna M. Ö. 4. yüzyılda gelip yerleştiler. 1268 yılında İlhanlı Devleti’nin hakanı Abaka Han’ın desteğini alarak Atabeylik şeklinde bağımsız bir devlet kurdular. Osmanlı Türkleriyle iyi ilişkiler içerisinde bulundular. Târih boyunca Türklerin hep yanında yer aldılar. Savaşlarda silâh arkadaşı, barışta can dostu oldular. Yavuz Selim Han’ın doğu seferlerinde Osmanlı Ordusu ile birlikte savaştılar.
Ahıska Atabeyliği 308 yıl hüküm sürdükten sonra, 1578 yılında, savaşsız olarak Osmanlı hâkimiyetine girdi. Ahıskalıların İslâmiyet’le gönüllü olarak şereflenmeleri de bu yıllardadır. Ahıskalılar 250 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin yönetiminde en huzurlu ve en güvenli ortamda, mes’ut bir hayat yaşadılar.
1500’lü yıllarda Altın Orda Devleti’nin yıkılmasından sonra Ruslar Kafkaslara inmeye başladılar. Rusların Kafkaslardaki ilerlemeleri 300 yıl sürdü. 1800’lü yıllarda saldırılarını hızlandırdılar. Ahıska topraklarına ilk saldırı 1807 yılında oldu. 21 yıl boyunca Ahıskalılar ata yurtlarını, erkeği-kadını, çocuk yaşta olanlarla geçkinler, tek vücut hâlinde kahramanca korudular.
28 Ağustos 1828’de Ahıska, Rusların eline geçti. O târihten 15 Kasım 1944 târihine kadar 116 yıl Rus zulmünde yaşadılar. Bu yıllarda bir kısım Ahıskalılar, Osmanlı topraklarına göç ettiler.
15 Kasım 1944’te Sovyetler Birliği’nin Gürcü asıllı kanlı kızıl diktatörü Stalin, bölgede kalan son Ahıskalıları topyekûn sürgüne gönderdi.
Sürgündeki Ahıska Türkleri; 15 ayrı devletin 265 farklı şehrinde, 4.264 adet değişik yerleşim biriminde hayatta kalma mücâdelesi veriyor. Yayın organlarında yer alan gayrı resmî bilgilere göre; Rusya Federasyonu’nun 28 ayrı yerleşim biriminde 70.000; Kazakistan’da 145.000, Azerbaycan’da 80.000, Kırgızistan’da 57.000, Özbekistan’da 30.000, Ukrayna’da 18.000, ABD’de 12.000 olmak üzere yaklaşık 450.000 Ahıskalı Türk, bulundukları yerlerde azınlık konumunda yaşamaktadır.
Stalin’in sürgüne gönderdiği diğer Müslüman Türklerle Çerkezler, Abazalar, Çeçenler… gibi akraba toplulukların hepsi, ata yurtlarına dönme hakkına kavuştular. Yalnızca Ahıska Türklerinden bu hak esirgendi. Gürcistan’a dönebilen çok az sayıda Ahıskalı, ata yurtlarında, Rus zulmünü andıran baskılar altında hayatta kalma mücâdelesi veriyor.
Gürcü yöneticiler, Ahıskalılardan, Türk ismini bırakmalarını, Gürcülere mahsus isimleri kullanmalarını hatta açıktan söylenmese de Hıristiyan olmalarını istemektedir.
Asırlardır Türk ve Müslüman kimlikleriyle yaşayan Ahıskalı kardeşlerimizin, millî ve mânevî değerlerine bağlılıkları, pek çok insanı gıpta ettirecek derecede kuvvetlidir. Baskılara boyun eğmeleri, kendi değerlerinden vazgeçmeleri mümkün değil.
Hâlis Türk
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Türk yurtlarını gezip oralardaki Türklerle tanışma imkânı bulanlar, Türk olmadığını, Azerî, Özbek, Tatar, Kırgız, Kazak vs. olarak isimlendirilen milletlerden (?!) birine mensup olduğunu iddia eden Türklerle karşılaşabilirler. Bunun iki istisnası vardır: Ahıskalı Türkler ve Gagauz (Gökoğuz) Türkleri…
Ahıskalılar; Müslümanlıklarını hamd ile Türklüklerini gururla söylerler. O kadar ki, onlar ‘Ahıska Türk’ü’ isimlendirmesinden bile rahatsızdırlar. Onları memnun edecek isimlendirme; ‘Ahıskalı Türkler’ şeklindedir. Hepsinde aynı hasletleri; ruh asâletini, kalp ve beden temizliğini, samîmiyeti, dürüstlüğü, inançta şaşmaz kaviliği ve dolayısıyla öz değerlerine bağlılığı görmek mümkündür. Bulundukları bölgede azınlık konumunda yaşıyor olmalarına rağmen Ahıskalı Türkler kadar kendileri olarak kalabilen, kültür asimilasyonuna (hiç ama hiç etkilenmeden) karşı koyabilen çok az insan vardır. Ahıska Türkleri, bin yıllar geçse de öz benliklerinden hiçbir şey kaybetmeyeceklerdir. Fakat kendilerine bir gün bile gecikmeden insanca yaşama hakkı tanınmalıdır. Herkes, bu hakkı tanımayı, insanlık borcu olarak kabul etmeli, kul hakkı olduğuna inanarak ödemeye çalışmalıdır.
Bu gün Ahıskalı Türklere sâhip çıkamazsak, yarınlarda Anadolu’daki insanlarımıza sâhip çıkabileceğimizden endişe edilir.