Î’NİN ŞAPKASI

Sayın Ahmet Hakan; ‘İnsani her davranışın yanındayım.’ Diye yazmış.

Biraz da doğru imlâ ile yazılmış Türkçemizin yanında olabilse… 

İkinci cümlesini ise; ‘İnsani tutumları asla yargılamam ve yadırgamam.’ Diyor.

Türkçe dilbilgisi kaidelerine aykırı yazması sebebiyle (yargılanmasına imkân olmamakla birlikte) yadırganacağından haberdar değil.

Vah vah…

Sayın Hakan; ‘Türk askeri’ ile ‘askerî tesis’ yazılışlarındaki farkın farkında mıdır acaba?

*****************************************************

YAĞMUR DUÂSI

İstanbul’daki barajlarda su seviyesi ortalamasının % 30’un altına düştüğü Ocak ayı sonlarındaki güneşli günlerdeydi. Câmi hocası, Cuma’nın farzına başlamadan önce, namaz sonrasında yağmur duâsı yapılacağını duyurdu.

…………………..

Cemâat, her cümleden sonra yüksek sesle ‘âmin’ diyerek duâya katıldı.

Son sünnet ve Zühr-ü âhir namazları kılınıp tesbihat ve duâdan sonra musafaha sırasında cemaatten bir kişi hoca efendiye:

-Yağmur duâsı yapılacağını bilseydim, inançlı bir insan olarak câmiye gelirken şemsiyemi elime alırdım. Dedi. Hoca, ancak tebessümle karşılık verebildi. Söylediklerini duyanlar ise kısık seslerle ‘inşallah’ ile ânı geçiştirdiler.

………………………

Cemaat câmi kapısından çıkarken, orta ölçekli bir yağmurla karşılaştı.

Konuşmayı duyanlar, ‘inançlı insanı’ aradı.

O ise herkesten önce çıkmış; ceketini, başını ve omuzunu örtecek şekilde tutarak hızlı adımlarla uzaklaşmış, memnun ve mesrur bir çehre ile arabasının kapısını açıyordu.  

*****************************************************

MİLLETLERİN TEMELİ AHLÂKTIR

İktidar, ordu, ekonomi, teşkilât… Bunlar her ülkede var. Ahlâklı insan yoksa bunların da kıymeti yoktur.

Dinin temeli ve özü de ahlâktır.  ‘Sözde dindar gençlik’ yetiştirmeyi bıraksak da ‘Özde dindar ve ahlâklı gençlik’ yetiştirmeye çalışsak ne iyi olurdu.

Gençlerimizin tamamı ‘ahlâksız’ mı? Değil elbette. İyi ahlâkla donatılamayan gençleri yok farz edersek, sayılarının artmasına göz yummuş oluruz.

***

Komedyen’ diye ortalıkta dolaşan adam, filminde alenen en galiz şekilde sin-kaflı küfür ediyor. Gençlerimiz de aynen tekrarlıyor…

Film sansür komisyonu bir şey yapamıyor. ‘Bâb-ı Âdi’nin müptezelleri tarafından ‘topa tutulmaktan’ korkuyor olmalıdır. Her şey için komisyonlar kuruluyor. Kimseden korkmayan, ahlâkı koruyan bir komisyon kurmaktan âciz miyiz?

*****************************************************

KİM DEMİŞ, NE DEMİŞ?

TÜRKLER HAKKINDA...

*Hangi Rus’u kazısanız, altından mutlaka Tatarçıkar. (Vladimir Lenin, 1920)                                                                                                                                                               

*Dünyada iki bilinmeyen vardır: Biri kutuplar diğeri Türkler. (Fransız Tarihçi Albert Sorel, 1839)            

*İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur, kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir daha meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını fedâ edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki; Türkler öldürülebilir, lâkin mağlup edilemezler. (Fransa İmparatoru Napoleon Bonaparte,1801)                                                                                                                                                

*Eğer bir Türk devleti olmasaydı mutlaka kurmak gerekirdi. (Fransa’nın ilk cumhurbaşkanı Adolph Tiers, 1850)                                                                                                                                              

*‘Dağ başındaki haydutlar’ olarak isimlendirdiğiniz Mustafa Kemal ve ordusundaki Türkler burada olsalardı teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. (Fransa Başbakanı Aristide Briande,1940)                     

*Türkün yüzünü, kuvvetli endamını, pırıltılı kostümünü, zarif tavırlarını, kibar gülüşünü, aslanca kükreyişini fırçayla göstermek mümkündür. Fakat pek güç olan, Türkün özünü göstermektir. Bu öz, ay ışığı gibi görülür fakat gösterilemez. (Fransız Ressam Alexandre G. Decamps,1830)                                 

*Türkçeyi öğrenmek benim için büyük bir mutluluk oldu. Çünkü Türk’ü anlamak için kendisiyle mutlaka tercümansız konuşulmalıdır. Tercüman, ışığı örten zevksiz bir perde gibidir. (Fransız Bilgini Antonie Gelland,1704)                                                                                                                                                      

*Irk ve millet olarak Türkler; geniş coğrafyalar ve imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asili ve başta gelenidir. Sosyal ve örfi faziletleri tarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık kaynağıdır. (Fransız Yazar Devlet Adamı Lamartine)                                                                                                                      

*Bugün Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar bana yaptılar, esir ettiler. Ayağımda zincir, bileklerimde kelepçe yok, zindanda da değilim; istediğimi yapıyorum. Fakat bu defa da şefkatin, asaletin, nezâketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar alicenap, asil ve bu kadar nâzik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak ne kadar değerli dir… Bir bilseniz’ (İsveç Kralı Demirbaş Şarl)                                                                                                                                    

*Türklerin yalnız sonsuz bir cesâreti değil, irâdeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekâsı vardır. İşte Türk, bu zekâsıyla zafer kazanır, medeniyetler yaratır ve insanlık dünyasında en şerefli hizmeti başarır. Zâten Avrupa’nın yarısını yüzyıllarca boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olamazdı. (Rus Komutan İvan Çarnayev, 1922)

Yeryüzünde ‘Tatar’ denilen bir millet, ırk, etnik grup yoktur. Onlar Türk’tür. (O.Ç.)                                                                                     

Metnin hazırlanışında katkıları bulunan ve e-posta adresime gönderen Ömer Lütfi Taşcıoğlu, Ferruh Sezgin, Fikret Turhan ve Ali Osman Sarıca Beyefendilere teşekkürlerimle.

*****************************************************

Prof. Dr. SÂDIK KEMAL TURAL’ın Şiir Târifi:

‘Şiir, fikrin imbiklenmişliğini ve zevklerin incelmişliğini hazırlayan bir söz mimarisidir.

Şiir, ona beden ve ruh kazandıran kelimelerin seçimi ve istifi bakımından bir dilin beyan örnekleri verebilme gücü ve zenginliğidir.’

*****************************************************

KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Dünya ve insanoğlu yaratıldığından beri, güçlü olan herkes ve her millet, kendisinden daha az güçlü olanları kontrol altında tutmak istemiştir. Bu isteğe eskiden kaba kuvvetle, silah gücüyle ulaşılıyordu. Günümüzde zekâsını kullanarak gizlice yapanlar olduğu gibi, eski metodu tercih edenlere de rastlanmaktadır.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) ve savunduğu sistem, kontrol altında tutma isteğinin kaba kuvvet kullanılarak, iktisâdî gerekler hesaba katılmadan ve zekâ unsuru bir tarafa bırakılarak uygulamaya konulması sebebiyle çöktü. Rakipsiz kaldığını düşünen Amerika Birleşik Devletleri (ABD), kendi değerlerini dünyaya kabul ettirmek için harekete geçti. Kendi ekonomisi sarsıldı, dünya ekonomisi etkilendi. Afganistan ve Irak’ı kontrolü altına almak için kaba kuvvet kullandı.

Gelişmiş ülkelerde kontrol altında tutma isteği artık yaşamak için vazgeçilmez ihtiyaç hâline gelmiştir. Çünkü hammadde, işgücü ve enerji kaynaklarını en ucuza temin etmek, üretimine yüksek fiyatla pazar bulmak mecburiyetindedir. İhtiyaçların karşılanması için, bilinen yöntemler; kültür emperyalizmi şeklinde fakat eskisinden daha ağır baskılar uygulanarak devreye alınmıştır. Sömürgeciliğin her türlüsü tepki çeken, kaba bir eylem olarak ayıplanırken, kültür emperyalizmi, ancak millî ve mânevî değerlerine sâhip çıkan insanlar tarafından reddedilmekte ve karşı konulmaya çalışılmaktadır.

Seçilmiş ve tâyin edilmiş yöneticilerde millî hassasiyet yoksa veya zayıfsa, millî hassasiyeti olan sessiz çoğunluk etkisiz kalır. Böylece o devlet ile devletlerin fertleri, emperyalistler tarafından rahatça sömürülür.

Beynelmilelcilik; sermâyenin daha serbestçe çok daha geniş alanlarda hareket etmesi olarak da târif edilebilir. Sömürü arzuları; ebedî kardeşlik, sonsuz dünya barışı sloganlarının ardına gizlenir.

Târih okuyanlar ve okuduklarından ders alanlar bilirler:  Ebedî kardeşlik ve sonsuz dünya barışı hiç olmadı. Olması da mümkün değil.  ‘Popüler kültür’ olarak da anılan beynelmilel kültür taraftarları, bunun olabileceğini iddia ederler. Popüler kültür olarak adlandırılan kavram gerçekte, millî olması gereken kültürün yozlaştırılmış, çürütülmüş, pörsütülmüş ve sonra da silikonlanarak  geçici olarak şekillendirilmesinden başka bir şey değildir.

Bilgi ve şuur arasında bir tercih yapmak söz konusu olduğunda, ‘şuur da neymiş…’ deyip bilgiye öncelik verenler elbette buraya kadar yazılanları anlamakta zorlanırlar. Onlar, genleri değiştirilmiş organizmalı gıda maddeleri ile meşgul olmayı, genleri değiştirilmiş fikrî yapıları onarmaya tercih ederler. Böylece düzelme ümidi ortadan kalkar.

Beynelmilel kültür karşısında direncimiz zayıflatıldı ise de yok edilememiştir. Eski tüfek solcuların ‘ulusalcılık’ olarak isimlendirdikleri fikirlerle, yeni sömürgecilik anlayışı karşısında milliyetçilerle aynı safta bulunmaları, ümitlerin güçleneceği müjdesini taşımaktadır. Ülkemizin askersiz sömürgeleştirilmesi bu işbirliğinin güçlendirilmesiyle önlenebilir.

Artık herkes biliyor: Türkiye iktisâdî ve kültür kuşatması altındadır. Çember iyice daralmadan, kırmak mecburiyetinde olduğumuz da idrak edilmelidir. Ümitsizlik tohumları gelişip meyvelerini vermeden önce harekete geçilebilirse, çemberi kıracağımızdan şüphe edilemez.

İç dinamiklerimiz, çemberi kırmak için tükenmez güç kaynağımızdır.

İç dinamiklerimizi; iyi yetişmiş gençlerimiz, tarım ve hayvancılık, turizm, mâdencilik, su ve jeo-stratejik konumumuz olarak ifâde edebiliriz.

Yakın değilse bile orta vâdeli bir gelecekteki teknoloji, insan hayatındaki önemli yerini gıda sektörüne bırakacaktır. Dünya nüfusu çoğalıyor. Çoğalma sebebiyle bir taraftan gıda ihtiyacı artarken, diğer taraftan tarım alanlarının yerleşime ve sanayi tesislerine açılması kaçınılmaz hâle geliyor. Böylece gıda arzında azalmalar meydana geliyor. Ekolojik dengedeki bozukluk da, gıda yetersizliğinin oluşması için önemli bir etken.

Beslenme, insan hayatının devamı ve bir başka beslenme kaynağı olan hayvancılığın gelişmesi için vazgeçilmez ihtiyaç.

Tarıma dayalı sanayinin ve hayvancılığımızın geliştirilmesi konusunda uzmanlara büyük görevler düşmektedir.  Hazırlayacakları raporlarla karar mekanizmasını harekete geçirmek ve onları yönlendirmek vatan borcu olarak kabul edilmeli.

Kültürel emperyalizm,  milletimize çok şeyler kaybettirmiştir. En önemli kaybımız; ‘kendine yeterli ülke’ vasfımız ile kendine güven duygusudur.

Tabiat gibi dünya siyâseti de boşluk kabul etmiyor. Türkiye, bulunduğu bölgede söz sâhibi olmaya tâlip olmazsa, Türkiye’yi de dâhil ederek bölgeyi, menfaatlerine göre şekillendirmek isteyen ülkeler mutlaka çıkacaktır. Fakat onlar, Türk’ün adâletli ve insan eksenli yönetimine karşı hissedilen susuzluğu gideremeyeceklerdir.

Kültür emperyalizmi milletimize ancak takma akıl, sömürgeci zihniyet ise sanayimize ancak çakma bacak olabilir. Bunlarla değil ilerlemek, varlığımızı bile koruyamayız.

Çoğunluğumuz okumuyor. Bir konuyu araştırmayı sevmiyor. Bilgi sâhibi olmadan, aptal kutusundan dinlediklerimizle fikir sâhibi olmaya yatkın bir hâle getirildik.

Düşük katma değerli fason üretimle küresel güçlere eklemlenmeyi çözüm olarak görmek, yatırımdan çok tasarrufa yönelmek, fabrika kapatmak veya yabancıya satmak durumunda kaldık. Bunlar, çakma akıl ile karartılan ortamda bulduklarımıza tutunmamızın sonuçları. Tutunduğumuz bu dal, sağlıklı değil.

Okusaydık, araştırsaydık, bizi güçlendirecek fikirleri, bilgiye dayalı olarak kendimiz üretebilseydik… farklı bir konumda olurduk.

Geç kalmış sayılmayız. Biz bu işi başarırız.

*****************************************************

AVRUPA EKONOMİK TOPLULUĞU’NDAN AVRUPA BİRLİĞİ’NE    

(TÜRKİYE’NİN UZUN YOLCULUĞU)

Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) organizasyonuna üye olmak istediğine dair başvurusu ile ilgili görüşmeler 28 Eylül 1959 târihinde başladı. 21 Ekim 1960 târihine kadar devam eden görüşmeler sonunda, şu hususlarda anlaşmaya varıldı:

1-Ortaklık ilişkisi, gümrük birliği ilkesine dayalı olacaktır. 2- Türkiye, AET organlarında temsil edilecektir. 3- Türkiye, AET’ye karşı gümrüklerini 12 ve 24 yıllık sürelerde sıfırlayacaktır. 4-Kayıplarını karşılamak amacı ile Türkiye’ye 200 milyon dolarlık yardım verilecektir. 5- Nihâî hedef, topluluğa tam üyeliktir.

27 Mayıs 1960 İhtilâli’nden sonra müzâkereler kesintiye uğradı. Çünkü dönemin Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle,  Türkiye’deki ihtilâl yönetimi olan Millî Birlik Komitesi’nden; Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edilmemesi isteğinde bulunmuştu. İstek uygun görülmeyince De Gaulle baskı yaptı, başarılı oldu ve Türkiye AET ilişkileri donduruldu.  Yapılan anlaşma hükümsüz kalmıştı.

Fransa’nın vetosu 18 Haziran 1962’de kalktı. Yeniden başlayan müzâkereler sonunda 12 Eylül 1963 târihinde Ankara Anlaşması imzalandı. Anlaşma ile ortaklık süreci başlatıldı. Bu gelişmeler kamuoyuna “AET’ye girdik.” şeklinde yansıtıldı. 

Ankara Anlaşması, 1 Aralık 1964’te yürürlüğe girdi. Anlaşmaya göre Türkiye, üç safhanın sonunda düzenlenecek inceleme raporuna göre AET üyesi olabilecekti.

1- 5 yıllık ‘Hazırlık Dönemi’ uygulanacak. Uzatma hâlinde on yıla çıkartılabilecek. Bu dönemde AET, Türkiye’ye 175 milyon dolarlık kredi açacak.

2- 12 yıllık Geçiş Dönemi uygulanacak.

3- 5 yıllık Son Dönem uygulanacak. 

Bu gelişmenin hemen ardından, topluluğun maksadından değilse bile adından  ‘ekonomi’ kelimesi çıkartıldı. Organizasyon,  Avrupa Topluluğu - (AT)   olarak anıldı.  09 – 10 Aralık 1991 târihinde Maastricht’te yapılan toplantıda, organizasyonun adı tekrar değişti. ‘Topluluk’  kelimesi, gevşek bir beraberlik kavramını çağrıştırıyordu. Hedef, böyle bir ‘berâberlik’ değildi. Bu sebeple Avrupa Birliği – (AB)  ismi benimsendi.  Sözü edilen toplantıda, isim değiştirmekle yetinilmedi, üye ülkeler arasında: 1- Euro denilen tek para biriminin kullanılması, 2- Tek merkez bankası kurulması, 3- Tek ordu oluşturulması, 4- Ortak vize uygulanması kararlaştırıldı.

Bu şartların, Türkiye’nin hükümranlık haklarını zedeleyeceği gerekçesiyle memleketsever aydınlar AB aleyhinde görüş bildirdiler. Milletimizin büyük bir bölümü de bu görüşe destek verdi. Buna rağmen işbaşındaki hükümetler, tâvizkâr politikalarla AB üyesi olmak için çalışıyor göründüler.

6 Mayıs 1995 târihinde Gümrük Birliği (GB) Anlaşması imzalandı. Bu hâdise de Türk kamuoyuna; ‘AB’ye girdik’ şeklinde duyuruldu. GB Anlaşması, Türkiye’nin aleyhine oldu. Özetle Türkiye, AB’ne söz verdiği bütün taahhütlerini yerine getirdi. AB ise, taahhütlerinin ancak % 10’unu tahakkuk ettirdi. Netice itibâriyle AB kapıları Türkiye’ye açılmadı; sâdece aralandı; ‘Siz kapı önünde bekleyin, açtığımızda girersiniz!’ Denildi.

AB kapılarının Türkiye’ye kolay kolay açılmayacağının bâzı çevreler tarafından anlaşılabilmesi için bir müddet daha beklemek gerekecek’ denilmesine rağmen, gerçekçi olanlar, uyanık halde iken görülen bu rüyanın hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini biliyorlar. Artık AB aleyhtarlığı da prim yapmıyor. Çünkü herkes anladı ki, ‘apaçık ilan edilen AB’nin Türkiye aleyhtarlığı’, AB’ne aleyhtar olmamızı gereksiz kılmıştır.