DEĞERLİ OKUYUCULARIM

23 Mart 2023 Perşembe  günü idrak  etmeye başladığımız

Mübârek Ramazan-ı  Şerif ayınızı  tebrik  eder, hayırlara  vesile olmasını niyaz ederim.

Müslüman Türk Kadınının Seçkin Bir Örneği                                                                                              

SÂMİHA AYVERDİ HANIMEFENDİ

(İstanbul, 25 Kasım 1905 – İstanbul, 22 Mart 1993)

HİCRAN GÖZE

Önce kitaplarını okudum. Çeşit çeşit bir dolu kitap… Allah aşkı ile dolu satırlarıyla gönülleri tutuşturan,  her tehlikeli ve hain hareketin akabinde asabiyetimizi ve vatan sevgimizi harekete geçiren,  daha doğrusu bizleri daldığımız gafletten uyandıran kitaplardı onlar…

Keşmekeş içerisindeki bir toplumun, hangi yola sapacağını şaşırmış bir toplumun gencini kendine getirmek için az mı çalışmış, az mı mücâdele etmişti? Bu zarif kadının bütün akıl almaz mücâdelesinde  tek yardımcısı, tek hareket gücü veren bir ilâcı vardı. Vücûdunun her zerresini kaplamış Allah aşkı… Bu aşk ve yoluna baş koyduğu Muhammedî ahlâk sâyesinde her türlü engeli cesaretle aştı.

Bu aşkın ve bu ahlâkın tabîi bir neticesi olan vatan ve millet sevgisi de onun değişmez ideali idi. Seneler üzerine yığılıp rûhunu değil, bedenini yaşlandırdığı, yorduğu senelerde bile bu ideal uğruna yazmaktan, o aşkın hep dinç tuttuğu rûhu ile mücâdele etmekten yorulmadı.

Önce kitaplarını okudum diye başlamıştım. Sonra kendilerini tanıdım. Rûhu Allah’ın büyük bir cömertlikle lütfettiği ne güzel bir şeklin içindeydi. Bizim gözlerimizin görmediğini görür gibi bakan o güzel gözleriyle başka bir âlemden gelmiş gibiydi.

Yazarla yüz yüze gelen okuyucuyu ekseri büyük bir hayal kırıklığı bekler. Pek çok büyük yazar kendisini yakından tanıyan okuyucusuna bu sukut-ı hayali sık sık yaşatmıştır. Yazarlarının pek çoğunun o hayalleri altüst eden bedenleri toprak olduktan sonra meşhur olduklarını, Ahmet Hâşim bir gerçeğin ifâdesi olarak ne güzel yazmış ve artık nesli tükenmiş fıkra yazarlığının hasret kaldığımız bir örneği olarak da geleceğe taşımıştır.

Sâmiha Ayverdi’nin o lâtif ve çok güzel endâmı ise her hâliyle, yazdıkları ve söyledikleriyle büyük bir uyum içindeydi. Kitaplarından dolayı duydukları hayranlıkla ona koşanlar hiç hayal kırıklığı yaşamadılar. Tam aksine hayranlıkları ve sevgileri daha da artmış olarak, tekrar gelmek isteğiyle yanından ayrıldılar.

Bana bir gün sanki büyük bir kusurmuş gibi  ‘Hicran Hanım biliyor musunuz bir çorba bile pişiremem’ demişlerdi. İyi ki ona yemek pişirtmemişlerdi. Yazdıkları ve ömrünü tüketen mücâdelesiyle rûhu aç kalmışlara dağıttığı mânevî gıda bir çırpıda tüketilen, nereye gittiği mâlûm olan madde plânındaki bir gıda ile hiç mukayese edilebilir miydi? O, Allah’ın yemek yapsın diye değil, yol göstersin diye gönderdiği nâdir kullarındandı.  O ‘Sâmiha Anne’ydi. Aç mideleri değil, acıkmış rûhlara gıdasını Allah’ın verdiği gayretle bol bol dağıttı.

Sâdece yazdıkları değil, davranışları ve konuşmaları da gerçek İslâm’a, Muhammedî ahlâka dâvetti.  Vatan sevgisine,  âileye saygıya, erkek ve kadın olmanın icabı olan kaybettiğimiz değerlere davetti.

O dâveti kabul edenler nasipli insanlardı. ‘Başüstüne’ deyip doğru yolda yürüdüler. Hiç sapmadan, Allah aşkının rehberlik ettiği Muhammedî  ahlâkın yolunda…

Ne kadar güzel giyinirlerdi. Çok zarif ve çok şıktılar. Ev içinde de ev dışında da.  İçindeki huzuru ve intizamı bulunduğu mekâna aksettiren nâdir insanlardan biriydi.

Kendilerini her gördüğümde  ‘İşte Müslüman Türk kadını böyle bir şeklin içinde olmalı’ diye düşünürdüm. Kadınlığını inkâr etmeyen ama onu dişiliğini öne çıkararak ayağa düşürmeyen bir giyim şekliydi o… Onun Allah aşkıyla ziynetlenmiş Muhammedî  ahlâkına  bu giyiniş ne kadar uygundu.  Bizim bilhassa son zamanlarda hasret kaldığımız o elbiseyi Sâmiha Anne son nefesine kadar hiç üzerinden çıkarmadı. Çünkü o TAKVÂ elbisesiydi. Süsü sadece edep ve hayâ olan TAKVÂ elbisesi…

Onun mâverâya çevrilmiş gözleri ve kulakları dünyâyı tâkip etmekten de geri kalmadı. Siyâsetle hiç ilgisi yoktu. Ama mektup yazıp uyarmadığı bir siyâsî de hemen hemen hiç yoktu. Vatanın dışındakiler dâhil... Onun için mektupları da bir kitap oldu.  Uzun ömründe hiç olmayan şey ‘BEN”di  Rûhu değil ama bedeni artık yorulmuştu. Bir tek kızı vardı ama yüzlerce evlâdı olmuştu. Onun yolunun gönüllü askerleri olan yüzlerce evlâdı…

‘HANCI’ kitabındaki şu satırlar âdeta son sözleri gibiydi:

Bir misâfirim var. Adı rûh. Sıkıldı artık bu evden. Geldiği yere gitmek istiyor. Neden izin vermiyorsun? Mekânını özledi diyorum sana… Yolcu yolunda gerek… Bırak, Bırak ki gitsin artık…’

Son günlerinde ayrılışın yakınlaştığını hissederek ağlayanlara  ‘Sâmiha öldü diye ağlamasınlar, O ölmedi. Bir odadan bir odaya geçti’ diyordu.  ‘Allah’la biliş tutmamış bir rûh zâten ölüdür. Haktan ırak olan rûh yaşar mı ki ölsün’ diyen de o değil miydi?

**********************************************

TÜRKÇEMİZE DARBELER

Türkçemize 4 ayrı kanaldan darbeler indiriliyor:

1-İnternet Türkçesi: Eğer internet ortamında kullanılan Türkçe, günlük konuşma ve yazı dilimiz hâline gelirse dilimiz, Türkçe olmaktan çıkar, tarzanca olur.

Saçlarını skeyn etmemiş’ deniliyor. ‘Onu hayatımdan delete ettim’ diyenler var.

2-Yabancı dille öğretim Türkçemizi bozuyor. Ülkede öğretim ana dille yapılmalıdır. Yabancı dille yapılan öğretimde ve öğretimde kullanılın dilin öğrenilmesinde aksaklıklar ve eksiklikler oluyor. Yabancı dil elbette öğrenilmeli. Bir değil birkaç yabancı dil öğrenilmeli. Fakat öğretim, mutlaka ana dil ile yapılmalı.

Yabancı dille öğretim görenler, meramını anlatırken, kullanmaları gereken kelimenin Türkçesini bilmiyorlar veya hatırlayamıyorlar, öğretim gördükleri dildeki kelimeyi kullanıyorlar. Onları dinleyen ve câhil özentisi ile mâlûl kişiler kelimeyi kapıp, doğru-yanlış demeden kullanmayı mârifet sanıyorlar.

3-Yabancı kelime istilâsı: Formasyon, reel, performans, likidite, lokasyon, destinasyon, promosyon, prezantabl, mersi, pardon, bay-bay kelimeleri dilimizi ahtapot gibi sarıyor. Bunlar domuz kokulu kelimelerdir.

4-Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı olarak türetilen kelimeler: Türkçenin her tipte pek çok olan yapım ekleri ile sayısız kelimeler yapılabilir. Türkçenin bu imkânı her zaman açıktır. Ancak bu imkânın iyi, doğru ve yerli yerinde kullanılması gerekir.

Bu husustaki ölçü yeni yapılan kelimede hiç bir sun’ilik bulunmaması, hissedilmemesidir. Böyle bir kelimeyi ilk defa elbette bir şahıs yapmış ve kullanmıştır. Kaidelere ve şartlara uygun ise kullanılmaya devam edilebilir. Değilse, yetkili bir makam tarafından açıklama yapılır. Hâlen günümüzde böyle bir yetkili makam yok.

Türemiş kelimeler, bir kelime kökü ile bir veya birkaç yapım ekinden meydana gelir. Çekim sırasında yeni kelimeler meydana getirilirken, kök asla değişmez. Kelime kökünden önce, başka dillerde olduğu gibi ön ekler getirilmez. Dilimizde kelime türetmesi ancak köklerin sonuna birtakım ekler getirilmek suretiyle yapılabilir.

Eskiden ‘babacan’ diye bir kelimemiz vardı, ‘sevecen’ yoktu. Babacan kelimesinden ilham alınarak ‘sevecen’ kelimesi yapıldı ve benimsendi. Çünkü ‘sevecen’ kelimesini karşılayacak kelimemiz yoktu. Kelime, bir ihtiyacı karşıladığı için tutundu. Kimileri buna, ‘örnekseme yoluyla kelime türetme’ diyorlar. Türkçemizde, Türk dilbilgisi kaideleri arasında ‘örnekseme’ diye bir kelime olmadığı gibi bu usulle kelime türetme kaidesi de yoktur. Böyle bir kaide varmış gibi, ‘toplam’ kelimesinden ilham alınarak ‘kapsam’ kelimesinin icat edilmesi hem lüzumsuz, hem de yanlış ve de tehlikeli olur.

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

SU İSRAFI

En kolay kazanç, tasarruf yoluyla elde edilir.’

Eskiler ‘anasır-ı erbaa’ derlerdi. İnsanların ve bitkilerin varlığını sağlayan 4 ana (asıl) madde vardır: Toprak, hava, ateş ve su. Bunların ilk 3’ü sun’i olarak üretilebiliyor veya yerini tutacak başka varlıklardan faydalanılabiliyor. Mesela topraksız sebze ve meyve yetiştirilebiliyor.

Yerine başka bir madde kullanılamayan tek ana-asıl madde sudur.

Dünya yüzölçümünün % 80’i sularla kaplıdır. Bunun % 97’i, deniz ve okyanuslarda, % 3’ü ise nehirler ve göllerdedir.

Kullanılabilir durumdaki suyun % 70’i ziraat alanlarının sulanmasında, % 18’i temizlik işlerinde, % 10’u sanayi sektöründe tüketiliyor. % 2,5’u ise içmek maksadıyla kullanılıyor. 

İşte bu sebeple israfından en çok kaçınmamız gereken madde sudur.

Ziraat ürünleri yetiştiriciliğinde, yeni sulama teknolojilerinin yaygın olarak kullanılmaması sebebiyle % 50 israf söz konusudur.

Birleşmiş Milletler Teşkilatı Eğitim, Bilim ve Kültür Araştırmaları Kurumu UNESCO’nun tespitlerine göre ortalama kültüre mensup bir insanın yıllık su ihtiyacı 1.800 M’tür. 2022 yılında dünya nüfusunun, 8.000.000.000 (sekiz milyar) olduğu tahmin edilmektedir. Buna göre dünyâmızın yıllık toplam su ihtiyacı 13.500 Km’tür. Kişi başına tüketilen 1.800 M suyun 5 kat fazlasını, israf ederek kullananlar olduğu gibi, onda birini bile bulamayanlar vardır. Dünya nüfusuna her sene 80.000.000 kişi ekleniyor. Bu artış her sene su ihtiyacının da 144 Kmartması demektir. Yağmurlarla biriken ve yenileme yoluyla elde edilen su miktarı ise 100 Km’ten azdır. Gerçek ap-açık ortadadır: İnsanoğlu, pek de uzak olmayan bir gelecekte, büyük bir felâketle karşı karşıya gelecektir. Karşılaşacağımız bu felâketin sebebi israftır. Tabiatın verdiklerini israf ediyoruz. İnsanoğlu, bir taraftan da tabiatın dokusunu ve verimliliğini kendi eliyle bozuyor. Tabiatın hor kullanılması ve bozulması da israftır. Orman alanlarının azalması sebebiyle bâzı bölgelerde sel felâketleri yaşanırken, bâzı bölgelerde de öldürücü kuraklıklar hüküm sürüyor. Yerleşim bölgelerindeki aşırı yapılaşma sebebiyle toprağın su tutma özelliği kayboluyor.

Araştırmacılar, su israfının önlenmesi için bâzı tavsiyelerde bulunuyorlar:

1-Musluklardaki sızıntıların önlenmesi…

2-Banyo küvetini doldurup yıkanmak yerine, duşun altında yıkanılması ve daha az su akıtan duş başlıkları kullanılması…

3-Tuvaletlerde tasarruflu sifonların tercih edilmesi…

4-Bahçelerde, daha çok su isteyen bitkilerle daha az su isteyen bitkilerin gruplandırılması… Ve mutlaka sağanak hortumu, minik süzgeç veya zamanlayıcı kullanılması…

5-Traş olurken veya diş fırçalarken musluğun açık bırakılmaması…

7-Bulaşıklar elde yıkanırken, durulamanın akan musluğun altında değil, temiz suyun içinde yapılması...

Su kıtlığına yol açan bir başka etken de, su kaynaklarının kirletilmesidir. Kirletme de israftır. Kirlenen akarsular, üç-beş kilometre sonra kendi kendilerini temizleyebiliyorlar. Kirlenen durgun sular temizlenemediği için, insanlığın kaybıdır. Kayıp 2 yönlüdür: Hem su kullanılamaz hâle geliyor hem de kirli suda üreyen haşereler insan sağlığını bozuyor, ölümlere sebebiyet veriyor.

Yapılan incelemelere göre atık sular, tabîi coğrafya şartları içerisinde 10 kilometre akıtılabilirse, tarım arazilerinin sulanmasında kullanılabiliyor. Bu tür su yenileme çalışmalarına bâzı ülkelerde başlanmıştır. Çok masraflı bir kazanma yoludur. Oysaki aynı miktarda su, israftan kaçınılır ise, hiç masrafsız olarak gerçek ihtiyaçlar için kullanıma sunulabilir.

Deniz suyunun yeniden kullanıma uygun hâle getirilmesi de çok pahalı bir teknolojidir. Arıtma işleminden arta kalanlar tekrar denize verildiğinde, mâliyet daha fazla yükselmektedir.

Dünyada, suyun kötü kullanılmasının, israf edilmesinin meydana getirdiği en büyük facia, kadim Türk yurdundaki Aral Gölü’nde yaşanmıştır. Mutlaka ders alınması gerekir.

Ülkemizde ekmek israfı da çok mühim boyutlardadır.

Aral Gölü fâciâsı ve ekmek israfı, sonraki yazıların konusu olacaktır.  

====================================================

TEBESSÜMLÜK

ALLAH KORSA = ALLAH İZİN VERİRSE…

Sabah işine gitmek için evinden çıkarken Kırım Türklerinden Selim Aga, hanımına seslenir:                                                                  

-Apayım*, akşama göbete* yapasın, çok sağındım*                                                                                                        

-Olur akayım* yapam*.                                                                                                                                              

-Oh ne hoş. Akşama göbete aşacam*…                                                                                                                    

-Allah korsa* de akayım, Allah korsa de…

Selim Aga akşam evine geldiğinde kapıdan içeri girer girmez:                                                                               

-Göbete aşacam, burnuma kokusu gelir…                                                                                                     

Hanımı mutfaktan seslenir:                                                                                                                                          

-Allah korsa de akayım… Sen elini yüzünü yıka, ben göbeteyi getireyim…

Tam bu esnada kapı asker postallarıyla tekmelenir, tüfek dipçikleriyle dövülür…

-Açın kapıyı…

Kapı açılır, KGB’nin silahlı dört zorbası Selim Aga’yı yaka-paça alıp götürürler.

Ertesi gün sebebi anlaşılır: Mahallesinde işlenen bir cinâyetle suçlanmaktadır. Mahkeme bir yıldan fazla devam eder. Sonunda suçsuz bulunur. Tahliye işlemleri de uzun sürer, bir gece yarısı serbest bırakılır. Selim Aga, gün ağarırken evine gelir, kapıyı tıklatınca hanımının sesini duyar:

-Kim o?                                                                                                                                                                  

-Apayım aç… Allah korsa, akayın geldi.

------------------------------

*Apayım: Karıcığım. *Göbete: Kırım Türkleri tarafından çok sevildiği için sık sık yapılan, lezzetli bir börek. *Sağındım: Özledim. *Akayım: Kocacığım. *Yapam: Yaparım. *Aşacam: Yiyeceğim. *Allah korsa: Allah izin verirse.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

‘ DEĞİL, OSMANLI CİHAN DEVLETİ…

Osmanlı emperyalist bir devlet değildi. Dolayısıyla imparatorluk da değildi. Hiçbir Osmanlı belgesinde ‘imparatorluk’ kelimesini görmek, bulmak mümkün değildir. Devletin resmî adı: ‘Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’ idi: Yüksek Osmanlı Devleti. Günümüzde: ‘Osmanlı Cihan Devleti’ denilebilir.

İmparatorluk kelimesi, Osmanlı’nın çok milletli, çok dinli ve çok dilli oluşu vesilesiyle söyleniyorsa, doğru olabilir. Fakat ancak yine de yanlış bir yönü sebebiyle haksızlık edilmiş olur. İmparatorluk kelimesinde sömürgecilik zihniyeti vardır. Osmanlı sömürgeci değildi. Taşradan merkeze değer transferi yapmamıştır. Aksine, merkezden taşraya para, mal ve hizmet aktarmaları vardır. Diğer imparatorluklardan, imparatorluk - sömürgecilik oluşunun hesabı sorulmayabilir. Fakat bizden sorulur. Sorduklarında ise problemler çıkar. Mevcut problemler bizi yeteri kadar yoruyor.