Bir süredir Cumhuriyet Halk Partisi merkezli olarak “Merkez Bankası’ndan 128 Milyar doların kaybolduğu, peşkeş çekildiği, iç edildiğine yönelik” bir kampanya bütün çirkinliğiyle sürdürülüyor. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” prensibi etrafında birleşen CHP ve diğer ittifak ortakları 128 milyar dolar söyleminde de adeta aynı merkezin bildirisinin seslendiriyor!

Muhalif bloğun iktidar çevrelerinden yapılan teknik açıklamaları umursamadıkları görülüyor da DSP Hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olan Masum Türker ve CHP’ Milletvekili İhsan Kesici dahi “Merkez Bankasından para kaybolmaz, yok öyle şey” demesine rağmen duyarsızlıkla “128 milyar dolar nerede?” diye sormaya devam ediyorlar. Daha acı olanı, yalan alıcı da buluyor. Hafta içinde gözlemlediğimiz bazı ortamlarda, muhalif partileri desteklemekle bilinen bazı insanların 128 milyar doların cebe indirildiği gibi ifadeler kullandığını müşahede ettik.

Geçen hafta Cuma namazından çıkarken bir mahalle sakini yaklaşıp “O 128 milyar doları Merkez Bankası’na onların babası mı koymuş da sorup duruyorlar? Ecevit giderken Türkiye iflasını ilan etmedi miydi? Eğer şimdi kasada 128 milyar dolar var ise bu da AK Parti devrinde kazanılmış para değil mi?” diyerek bu soruları dile getirmemizi rica etti.

Biz de iletmiş olalım: Hanginiz koydu o 128 milyar doları oraya?

**

ÖZAL ÖLÜRKEN

1993 yılının 17 Nisan günü biz Sivas’ın Meraküm Yaylasındaydık. Adam boyunu aşan karlar erise de baharın ılık havasına henüz erişememiştik. Günlerden cumartesiydi ve iki katlı koca binada yalnız başımaydım. Neyse ki TRT radyosunda harika bir müzik programı vardı ve küçük radyomdan yayılan nağmeler koridorda yankılanıyordu. Güzel bir türkünün orta yerinde yayın birden kesildi. Keyfim kaçmıştı. “Acaba elektrikler mi” gitti diye içeri yöneldiğim sırada spikerin acil durum anonsuyla irkildim. Bunca sene sonra harfiyyen hatırlamasam da “Sayın dinleyenler, Cumhurbaşkanı Turgut Özal Çankaya Köşkünde kalp krizi geçirdiği için şu anda ambulansla Hacettepe hastanesine götürülüyor. Bu sebeple müzik programı yayınımıza ara veriyoruz” demişti. 

Meraküm Yaylasında o gün fırtına vardı. Hem de öyle şiddetli esiyordu ki duvarlardan çıkan ıslık sesi gece uykuya mahal vermemişti. Üstelik gündüz de dinmeyen esinti arada şiddetini öylesine artırıyordu ki ağaçlar devrilecek gibi oluyordu. Bir ya da iki dakikalık aralıklarla yayına bağlanan bayan sunucu Özal’ı hastaneye yetiştirmek üzere yola çıkan ambulansın o an hangi caddede seyrettiği bilgisini verip ayrılıyordu.

Rutin iş zamanı değildi. Çaydanlığı da yanımıza alıp radyonun başına oturduk. Spiker kaç dakika başı anons verdi saymadım ama benim zihinimde kaldığına göre “Özal’ın içinde bulunduğu ambulansın Hacetttepe Tıp Fakültesi yönünde seyrettiğini” her yayında tekrarlamıştı. Telefon çaldı, açtım:

“Kardeş buralar yıkılıyor, sen iyi misin, oralarda durum nasıl?” diyordu. 300-500 metre ötede ne olabilirdi ki?

“Rüzgârın ıslığından korkacak değiliz de, hayırdır orada ne oldu?” dedim. “Dikkatli ol, burada yemekhanenin çatısı uçtu” dedi. O an radyoda zaman öldüren müzik yayını yeniden kesildi ve spiker yeni bil bilgilendirme geçti. “Sayın dinleyenler, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı Hacettepe’ye götüren ambulans, filanca caddedeyken, tıbbi imkânları daha iyi olduğu için telsiz emriyle Gülhane Askeri Tıp Akademisine yönlendirildi” diyordu.

“Hayda” dedim, “Adamı trafikte öldürmek değil de ne bu?” Karşımdaki ses, “Öyle düşünme, ambulansta gerekli tıbbi donanım ve işin ehli doktorlar vardır. Hem o hastane gerçekten daha iyi” demişti. İyi de yola çıktıktan sonra mı anladılar götürdükleri hastanenin kifayet derecesini, değil mi ama? Zaten sonradan o ambulansın normal hasta sevkine dahi uygunsuz olduğu, üstelik köşkte de doktor bulunmadığı anlaşılmıştı. Neticede radyodan son anons geldiğinde sunucu “Özal götürüldüğü hastanede tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı” diyordu. Bizim çatı gibi memleketin de çatısı uçmuştu.

Yıllar sonra bir ortamda o radyo yayınını bu şekilde anlatınca birisi itiraz edip “Özal Hacettepe’ye sonradan götürüldü, siz yanlış hatırlıyorsunuz” demişti. Kişisel olarak radyonun o günkü yayın bantlarını inceleme şansım da olmadığına göre, bu itiraz ve ihtimali de belirtmem icap eder.

**

Adnan Kahveci, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis ve Turgut Özal’ın ölümlerine sahne olan o yılların üzerindeki sis perdesi aralanmadığı için sonraki yıllar benzer durumların yaşanması için hep müsait gibi geçti. Nitekim BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindeki heyetin bulunduğu kiralık helikopterin Maraş dağlarında infilak etti’rildi’ği dönemde, devrin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik bilmem kaç suikastın bertaraf edildiği de yazılıp konuşulmuştu.

Türkiye bu hadiseleri perdeleyen eli ve sahibini ortaya çıkarıp gereğini icra edebildiğinde, üzerinde vesayet tahakkümünde bulunanları etkisizleştirmiş olacaktır.

**

ALİYEV’İN ERDOĞAN’A UYARISI

Gazeteci Dr. Seyfullah Türksoy’un kaleme aldığı bir makale suikast yöntemlerine ışık tutması yönüyle önemlidir. Yazıda anlatıldığına göre Azerbaycan’ın 3. Cumhurbaşkanı merhum Haydar Aliyev çok güvendiği insanlardan biri olan Prof. Dr. Eldar Hasanov'u 1999 yılında, Pınarahisar cezaevinde bulunan Recep Tayyip Erdoğan’ı ziyaret edip bir mesaj iletmekle görevlendirmiş.

Hasanov cezaevi yönetimi tarafından saatlerce bekletildikten sonra Erdoğan ile görüştürülmeden uzaklaştırılmış, hatta sınır dışı edilmiş. Hasanov’un taşıdığı mesaj uyarı niteliğindedir. Fırsatını bulup Erdoğan’ın kulağına “Beni Aliyev gönderdi. Verilen su ve yiyeceklere çok dikkat etmenizi söyledi” diye fısıldayacakmış.

Silahlı suikastların dışında bir de gıda ve sair yöntemlerle, hatta virüs ve mikrop enjektesiyle gerçekleştirilen suikast tiplerinin olduğu artık aşikâr değil mi?

Bu hususta dikkat çeken ayrıntı se Hasanov’un, sıradan bir cezaevi ziyaretinde bulunmak isteyen Hasanov’un acilen sınırdışı edilmesidir. O ziyaret girişimini kim hangi birimlere iletti ve hangi makamlar “Bu adamı sınır dışı edin” dedi, çok önemlidir. 

**

KORONA GİDEREK GÜÇLENİYOR

İnsanların kısıtlamalara dayanma gücünün tükendiği şu günlerde Koronavirüs etkisini iyice artırdı. Bir yanda sosyal mecralarda aşı karşıtlığı pompalanırken, maskenin insanlar maskenin sağlığa zarar verdiği yalanına inandırılırken ve 65 yaş üstü insanlar adet sokağa çağırılırken diğer yandan korona sebepli ölüm oranı tavan yaptı. Kısıtlamaların kâğıt üzerinde kaldığı bu günlerin devamında daha provokatif söylemlerin vücut bulma ihtimali de güçleniyor. Hastalığın giderek yayılması bir insanlık sorunu olmaktan ziyade bir muhalefet malzemesi haline dönüştürülüyor. İktidarı dövmek için her yolun mubah sayıldığı ülkemizde tablo aynen böyle; ne tedbir alsan boş, kısıtlama kararı alsan bir dert, almasan başka bir dert.