İlk çağlarda insanlar Dünyayı düz bir tepsi olarak tanımladı. O çağlarda yerde hayat zordu. Yaşam mücadelesi verilen bu yerde, hayatta kalmak gerçekten çok çok zordu. Düzensizlik ve kaos her yerdeydi.
Gece olduğunda karanlığın içinden hangi tehlikenin çıkacağı bilinemiyordu. Bırak gelecek tehlikeyi önlerini görmekte zorlanıyorlardı. Uyuyup sabah kalktıklarında çocuklarının yanında olup olmayacağının garantisi yoktu. Vahşi bir hayvan tarafından alınmış olabilirdi.
Ya da uyurken zehirli bir böcek tarafından ısırılıp, sabah kalktıklarında cansız bir beden ile karşı karşıya kalmak son derece normaldi. Bu acılar içinde mutlu oldukları tek an vardı. Gece veya gündüz fark etmez, gökyüzünü seyretmek büyük keyif verirdi…
Uzun uzun gökyüzünü seyrederler ve burada huzur bulurlardı. Gökyüzündeki o inanılmaz düzene hayrandılar. O düzenin içinde keşke bizde olabilsek diye içlenirlerdi. O zaman güven içinde yaşayabileceklerini varsayarlardı.
Geceleri, her biri ayrı ayrı güzellikle parlayan yıldızların o muntazamlığı, gecenin içine işleyen aydınlıklarının huzuru bambaşkaydı… Ay ve diğer gezegenlerde gökyüzüne ayrı bir güzellik katıyordu. Elbette bunların ne olduklarını o gün için bilemiyorlardı. Ama şu kesindi ki huzur doluydu.
Düzensizlikler içindeki “yer” ile belli bir düzeni olan “gök” aynı dünya olamazdı. Ayrıca çok istemelerine rağmen gökyüzünde yaşayamıyorlardı. O zaman gök onlara ait değildi. Ve bu sebeple kuşlara hep ayrı bir hayranlık beslediler.
Kuşların, Yaradan’ın kelamını insanlara taşıdığına inandılar. Ardından kelamı olan insanlarda, bildirmek için kuşları kullandı. Kuşlar gökte yani Yaradan’ın evinde uçar ve ara ara insanların yaşadığı yere konardı.
Çok çok uzun yıllar sonra Türklerde göçlerinin ardından yerleştikleri yere kondular. Konar-göçer oldular. Ne de olsa onlarda kutsal Ötüken’den yola çıkmış ve gittikleri yere konmuşlardı. Kendinin hemen yanına konanlara da ‘komşu’ dedi. Bazen hiç tanımadıkları biri geldi. Ona da ‘konuk’ dedi. Konuk’tan yeni haberler aldı, sohbet etti. Buna da ‘konu’ dedi. Ayrıca konuk, ev sahibinin olduğu yere konduğu için Yaradan tarafından gönderilmiş bir misafir kabul edildi. Gök Tengri misafiri oldu…  
                    ********
Neyse, şimdi Dünya’nın geometrisine tekrar dönelim…
Demek ki ‘Dünya’ yani ‘Yer’, sadece onların yaşadığı ve acılarla dolu olan bu yer olabilirdi. Orası da düzdü… Gök ve düzeni ise onlar için sadece sanatsal bir hayaldi. Orası belli ki bambaşka bir diyardı…
Ve kalem kırıldı, karar verilmişti… Dünya düzdü…
Bir süre sonra bu düzensizliğin içinden, göğe yani düzene bakıp, Yaradan’ın gökyüzünde olduğu tezi sunuldu. Haksız sayılmazlardı. Orada her şey muntazam işliyordu. Bulutlar birbirini ardına geçiyor. Her gün ve hiç aksatmadan güneş doğuyor ve bir süre sonra tekrar batıyordu. Ve bu durum bir düzen içinde sürekli oluyordu.
Belli aralıklar ile yağmur yağıyor. Bu sayede yerde, toprağın üzerinde yaşayan insanlar, hayvanlar, bitkiler, böcekler hayat buluyor, gelişiyorlardı.
Karın yağışının seyri çok güzeldi ama düzeni kurulamamış yere, dünyaya kar düştüğünde soğuktan korunmak çok zor oldu. Evet kar taneleri toprağı besliyordu ama hastalıkta hortluyordu.
Düzensizlikler içinde bereket bile şerre dönüşebiliyordu.
Bugünde pek farklı sayılmaz!..
Acaba hangi düzensizliğimizin eseri bu Covid?.. Acaba Yaradan ilimden ve ahlaktan uzaklaştığımız için mi, bize maske taktıran bir virüs ile cezalandırdı?.. Hırsız, arsız, utanmayan, kızarmayan yüzlerimizi mi kapattı o maske ile? Yüzümüzü bile görmek istemiyor mu?..
                    ********
Gün geldi insanlar sadece seyretmek ile yetinmediler. Harekete geçtiler.
Ve Orta çağ başladı…
Astrologlar ortaya çıktı. Astro yani yıldız bilimcileri gökyüzünü incelerken adeta kendinden geçiyorlardı. Bunlar bilge ve çok ama çok meraklı insanlardı. Her gün düzenli olarak teleskopları ile yıldız ve gezegenlerin hareketlerini incelediler.
O zamanda maalesef bazı insanlar çıktı ve “Bu meraklılar her şeye burunlarını soktukları için şimşekler çakıyor, cezalandırılıyoruz.” diyerek lafı güzaf etmeyi ihmal etmediler… Bu insanlar hep vardı, hep olacaklardı…
Demek ki asıl imtihan, sadece doğa ile birlikte bir düzen içinde yaşamak değil, bu insanları da kazanmak ve düzenin bir parçası yapabilmekti. İşte o meraklı insanlar hiç yılmadılar, incelemeye ve ardından tekrar incelemeye devam ettiler.
Çünkü anlamışlardı ki! Meraklı ve bilge insanlar önce yeryüzünde, ardından gökyüzünde, (Ve hatta ileri ki yıllarda buna ‘ahirette’ eklendi) meraksız, ilgisiz, hatta kaderi yanlış anlayan insanlara yol gösterici olarak seçilmişlerdi. O dönemde ve ardından takip eden her bir dönemde, ilimde geri kalmış toplumlar, bilge toplumlar tarafından yönetildi.
Olurda bilim toplumu da bir süre sonra bilimden uzaklaşıp, gerilerse… Onlarda yönetildi.
Çünkü kural basit… Kanunlar dahi, bilim ve ilim ile kanıtlanamadığı sürece hükümsüzdür.
İşte bu sebepledir ki bilim ve ilimden uzaklaşan toplumların, mutlaka kanunları hükmünü yitirir…
Yine belki de bu sebeple Türkler boylarına Oğ-uz ismini verdi… Çünkü Türkçede “Oğ” oğuldur ama “Öğ” element, “Ög” düşüncedir. “Uz” ise işini iyi yapandır. Bu durumda “Oğ-uz”, “düşünebilen” anlamını da barındırır.  
Tam da bu arada bir hadisi şerifi paylaşmadan edemeyeceğim; “Bilmez adamın ibadeti, bilim adamının uykusundan hayırlı değildir.”
                    ********
Daha sonra bu Astrologlar anladılar ki yukarıda olan olaylar insanları direkt etkiliyor. Gökyüzünde, yani Yaradan’ın evinde kadere ait bazı oluşumlar var. Ay ve gezegenlerin hareketleri birçok şeyi belirliyor… Deprem gibi afetlerde, bu sinsilenin sonucu olarak oluşuyordu.
Yine bir insanın doğduğu gün gökyüzünde olan olaylar onun kaderini, karakterini ve hatta neler yaşayacağını bile belirttiğini iddia ettiler.
Bunun üzerine Astroloji, burçlar bilimi doğdu…
İnsanları, gelecekte nelerin beklediğini Yaradan’ın evine girerek aldıkları bilgiler ışığında insanlara duyurdular.
Elbette Yaradan kulları arasında ayrım yapmazdı. Bu sebeple burçların hepsinin kendine has bir özelliği, güzelliği vardı.
Bildiğiniz gibi Türklerde de Gök Tengri inancı yaygındı.  
Türklerin doğduğu kabul edilen Ötüken, yüksekçe bir vadidir. Ve yemyeşildir. Yüksek bir yer tercih edilmesi, göğe dolayısıyla tanrıya yakın olmak istemelerindendi. Bu sebeple tarih boyunca kutsal bir yer olarak anıldı. Ve takip eden uzun yıllar boyuncada Türklerin daimi başkenti oldu. Çünkü bu yükseklikte Gök Tengriye daha yakındılar. Duaları Gök Tengriye daha çabuk ulaşacaktı.
Bu bölümde biraz Truva’dan da bahsetmeliyim.
Bildiğiniz gibi Truva, Akalılar tarafından yok edildi. Paris, Hektor öldü. Kral Priamos öldü. Eşi esir alındı. Savaşın ardından tek kalan kişi kralın başka bir kadından olan oğlu Aeneas’ti. (Bazı kaynaklar kuzeni olduğunu da ifade eder.) Ve birkaç kişi daha sağ kalmıştı…
Oralarda artık yaşayamazlardı. Ve orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmiş Etrüsklerin bir kolu ile birlikte yeni ufuklara yelken açtılar. Geldikleri kıta İtalya’dır. Etrüskler, Türk ve Kral kökenli Aeneas’ı kısa sürede benimsedi. Burada yeni bir yaşam kurdular. Güçlü sağlam bir topluluğun, düzenin temellerini atmak istiyorlardı.
Aeneas’ın ikiz çocukları oldu. İsimlerini Romulus ve Remos koydu. İtalya’daki kalıntılarda, Romulus ve Remos aynı Türklerin motiflerinde ve destanlarında olduğu gibi bir dişi Kurt tarafından beslendiği resmedilmişti. Ve çocuklar büyüdü. İki kardeş Roma’yı kurdu. Ardından Romulus, Remus’u öldürdü ve tek başına Roma’yı yönetti.
Onlarda Roma merkezinin biraz batısında bulunan yüksekçe bir tepeye ‘Ötüken’ adıyla değil ama ‘Vatikan’ adıyla kutsal bir şehir kurdu.
Ötüken; Öt, Öd kökünden ötümek, söylemek, dua etmek anlamındadır. Vatikan ise; Vad kökünden Vadetmek, yine söylemek, dua etmek anlamını taşır…
Hayat işte!..
Zaman geçiyor, ayaklar baş oluyor, başı tamamen unutuyor. Taklitçi medeniyetler ile tarihi tekrar yazmaya çalışıyor…
Ar gidiyor, hır geliyor…
Yüz kızarmıyor, maske geliyor…