Şu canım bahar aylarında, polenler havada uçuşurken, alerjisi olanın vay haline… Lâkin polenlerin uçuşması hep bizim faydamıza… Üreme için, keşfedilmemiş yerlere ulaşmak için uçuşurlar…
İnsanlıkta, kaşifler yollayarak yeni kara parçalarını böyle bulabildi. Yeni yeni teknolojileri, bilimsel keşifleri yapabildi.
Sonra bir gün geldi, pusula ve gemi dümeni keşfedildi. Bu keşif 12.inci yüzyılın miladı oldu. Avrupa’nın kaderi değişti. Çünkü Marco Polo gibi kaşifler yeni ufukları taramak için daha uzak yollara yelken açabildi. Ardından onun Çin maceralarını okuyan birçok insana ilham verdi. İlk amaç tabi ki yeni ticari pazarlara ulaşma çabasıydı. Böylece İngiliz, Fransız, Hollandalı, İspanyol ve Portekizli kaşifler yollara döküldü.
Ve çok geçmeden İspanya adına Kristof Kolomb Amerika’yı keşfetti.
Bu süreçte İspanya çok büyüdü. Antil adaları, Granada, Güney Amerika, Filipin adalarını topraklarına kattı. Bu topraklardan adeta ülkeye altın yağıyordu. Ama Avrupa savaşları istediği gibi gitmedi. İngiltere ABD ve Avusturalya’yı, Fransa Kanada’yı, İspanya Meksika ve Peru’yu, Portekiz Latin Amerika’ya çıkartma yaptı.
Bu bakir topraklarda yaşayanlar, gelişmiş bir toplum sayılmazdı. Ama toprakları oldukça geniş ve verimliydi. Bu verimli toprakları kendi menfaatlerine kullanmak için harekete geçtiler. Önceleri yerel halk ile yaşama, kendilerini onlara kabul ettirme çabası gösterildi. Bu bölgelere göçler başladı. Ama beyaz insan çok hırslıydı. Çok geçmeden çatışmalar patlak verdi. Ticari politikalarını ve dinlerini, biraz da silah zoruyla kabul ettirdi. Çok ama çok fazla kan döktü… Eve giren hırsız, ev sahibi ortada olmadığı sürece rahat ve kimse karışmadan malları toplayacaktı…
Keşif, göçlere… Göçler ise sömürmeye ve sömürgeler kurmaya yol açmıştı.
Çok kısa süre içinde daha fazla kazanma hırsı ile sömürenler birbirleriyle de savaşmaya başladı. Kazanç oldukça fazlaydı, buna değerdi. Savaşan askerler, paradan daha kıymetli hiçbir zaman olmadı…
Sömürmenin tadını alan Avrupa; Asya’da, Afrika’da bulunan fakat gelişimi, gücü olmayan ülkeleri de sömürge yapmaya başladı. İngiltere, Fransa ve Hollanda birçok ülkeyi sömürgeleştirdi. Güney Afrika’nın, Hindistan’ın, Madakasgar’ın, irili ufaklı birçok adanın, kıymetli her şeyinden faydalandılar. Sömürge ülkeden, 1 kg hammaddeyi 10 birimden satın alıp, o hammaddeyi işleyerek kg fiyatı 500 birimden geri satıyorlardı… Buna yatırım maliyetleri eklense dahi, bu görülmemiş bir kazançtı…
Sömüren gelişmiş ülke, daha kaliteli sömürebilmek için önce sömüreceği ülkeye milyonlar aktardı. Onu hem kendine borçlandırdı hem de ucuza satın alacağı hammaddeyi çıkartması için yatırım yapmasını sağladı… Ardından da alacaklı olduğu için yönetim ile masaya oturdu. Söz hakkı doğmuştu. Sadece gelen parayı gören, arka planı görmeyen sömürge halk, önce bunu büyük bir başarı olarak gördü… Kendi toprak zenginliklerini ucuza sattı, çok çok pahalıya işlenmiş olarak geri aldı.
Sömürge olmaya görün… Size “Zenginleşeceksiniz” denir ama hep fakir kalınır. Hollanda, İngiliz Fransız halkları daha iyi beslensin diye… Sri Lanka, Hindu halkı az beslenmeye mahkûmdur.
Ama diğer yandan sömürgelerde de doğal süreç başlar.
Yerel halk ile kurulan devletler ergenlik çağına geldiklerine baş etmesi güç bir ruh haline bürünürler. Fiziksel değişimlerine, psikolojik değişimlerde karışır ve kontrol etme maliyeti yükselir… Zaman içinde sömürge halktan gelişmiş ülkeye de işçiler gelir. Bu durum sömüren halk ile sömürge olmuş işçiler arasında iç sorunlara yol açar. Beraber yaşamaya başladıklarında, sömürülen milletler, kılavuz belirledikleri insanları tanır. Onların birer karga olduğunu anlamaları pek de uzun sürmemiştir.
Üstün addedilen beyaz ırk, kafalarda değersizleşmeye başlar. Bunu anlamaları ile bağımsızlık nidaları daha da güçlenir. Hatta çok daha sonra ‘Avrupalılara, tanrının beyaz ırka verdiği bir hak’ olarak görülen üstünlük nişanı, Hitler ile tamamen yerin dibine girer.
Sömürgeciliğe, o günlerde Fransa ve İngiltere tarafından amansızca sömürülen ABD’de tamamen karşıydı. “Halklar kendi kaderlerini tayin edebilmelidirler” diyorlardı. Ve 4 Temmuz 1776’da bağımsızlıklarını kazandılar. Bu anlayışı da yasalarına yansıttılar. ABD toprakları geniş ve zengindi. Kısa süre içinde iktisadi gelişim gösterdiler. Ve fiziksel olarak sömürge eylemleri gösteren ülkeleri ikna çalışmaları yürüttüler. Demokrat Roosevelt’in döneminde, sömürgeleri olan Küba ve Filipinler’e özerklik verdiler. Ama diğer ülkelerin sömürgelerinde halen acılar yaşanıyordu.
Bu arada İngiltere, Fransa, Portekiz, Hollanda, İspanya halkları da elbette gazetelerden yaşananları takip ediyordu. Sömürülen halkların katledilişini görüyorlardı. Acılarını öğreniyorlardı. Bir süre sonra bu duygu “Suçluluk Psikolojisi” yarattı. Hükümetlere baskılar arttı. Ardından da tüm Dünya’da kademeli olarak bağımsızlıklar kazanılmaya başladı.
Bu arada ABD’nin iktisadi gücüde her geçen gün artıyordu. Dünya’ya açılmak ve zenginliklerine zenginlik katmak için can atıyorlardı. Fakat şimdiye kadar karşı çıktıkları “Sömürge Yönetim” olarak anılmakta istemiyorlardı. İşte o zaman yeni bir keşif daha geldi. Serbest Piyasa ve Küreselleşme…
Bu sırada Asya’da boş durmuyordu. Asya’da sömürge anlayışına yeni bir boyut gelmişti. Sovyet Sosyalistler Cumhuriyetleri Birliği kuruldu. Başta Ruslar vardı. Komünist partiler hümanist yaklaşımlar gösteriyordu. Avrupa’da birçok ülkenin gönlünü kazanmışlardı. Bazı ülkeler de ise bölünme ile katılım sağlandı. Sömürge halklar bu hümanist yaklaşımdan etkilenmişlerdi. Bulgaristan, Sırbistan, Romanya, Almanya, İspanya, Kafkasya, Ermenistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Ukrayna kendi rızalarıyla SSCB’ne girdi. Böylece Avrasya doğdu… Bu dönemde Rusya çok ama çok zenginleşti… Ardından Çin’de bu birliği taklit etti.
Bu arada zengin Avrupa ülkeleri 1914’te, gücü zayıflamış Osmanlı ve Alman imparatorluklarını da sömürge yapmak için savaş açtı. Fakat bu savaşta çok can ve mal kaybı yaşadılar. Güçlü Avrupa’nın sermayesi iyice eridi. Eski zengin günlerini arar oldular. Yaptırım gücü azalmıştı. Ve “Halkların Kendi Kendini Yönetme” ideolojisi benimsemek zorunda kaldılar.
Artık Dünya’nın, iktisadı en güçlü ülkesi de tartışılmaz ABD olmuştu.
ABD’de bunun farkındaydı ve çalışmaları hızlandırdı. Serbest piyasalar ve küreselleşme için gerekli gümrük engellerini kaldıracak adımları attı. Sistem uzlaşma üzerine kurulacaktı.
Fakat bu arada daha önemli bir şey oldu. Sömürülen, bağımsızlığını kazanmaya çalışan halkların “ittifakı” ABD oldu. O artık mağdurların dostu olarak anılıyordu. Kendilerini böyle lanse etmek çok işlerine geldi. Artık Dünya’nın kurtarıcısıydı. “Sömürge ideolojisi”, “Jandarma ideolojisine” dönüştü.
Bu kazanılan bağımsızlıklar ile ülkeler de bölünmeler yaşandı. Dünya ayrışarak, sınırlarla çevrelenerek insanlar birbirinden uzaklaşıyor, adeta Dünya büyüyordu… Ama buharlı makineler icat olunca ulaşım hızlandı. Ve Dünya tekrar küçüldü.
Günümüzde de ülkeler “Gelişmiş” ve “Gelişmekte Olan” olarak ayrılırlar.
Gelişmekte olan ülkeler, yine çok veren, az alan ülkedir. Yine fakirdir ve hep fakir bırakılacaktır. Ama uygulama bu sefer farklı… Bilinçaltı mesajlar ile kendi rızalarıyla fakir kalmaya razı olacaklardır… Bir sarmalın içine girecekler ve gerçekler ile yanlışı ayırt edemeyeceklerdir… Güney Kore gibi; Tek tük bu sarmaldan çıkmayı hak eden olabilir. Bu politik savaşta başarılı olana izin verilebilir. Ne de olsa geride daha bir sürü ülke vardır… Hem Güney Kore örneği onların umutlarını yitirmemelerini de sağlar…
Eski sömürge anlayışındaki hesap aynen burada da vardır… Gelişmiş ülkenin masrafı, kazancından fazlaysa, o ülkeden el ayak çekilir…
Güney Kore işte bunu kırabildi… Gelişmiş ülkelerin dayattığı “Sürekli Tüket ki senden ucuza aldığım hammaddeyi, yine sana yaptırıp, geri sana pahalıya satabileyim” anlayışından, israfından kendini koruyabildi.
Sömürülen ülkeler içinde 2008 krizinin ne demek olduğunu tam olarak anlayabilen, sanırım tek ülke oldu. Ve bunu çok iyi değerlendirdi. Kısa zamanda gelişmiş ülke halklarına, kendi teknolojisini satmaya başardı. Güney Kore artık gelişmiş ülkelerden borç almıyor, faiz ve rant çarkına izin vermiyordu. Bir de üstüne gelişmiş ülke halklarına, kg fiyatı yüksek değerde ürün satıyordu… Onları kendi silahı ile vurdu…
Gördük işte!.. İnsanın bencilliğini ve hırsına odaklanmış bu yeni “İktisadi Sömürge” çok rahat kırılabiliyor… Sömürme ile, kan ile halklarının refahını sağlamış ülkeler geride bırakılabiliyor… Hem de kansız ve kolayca…
İşte bilim yüzyılında “akıl” faktörünün önemi…
Tek yapılması gereken; “Kendine hâkim olabilmek…” Bu kadar basit… Sonrasında gerçek istiklal, Dünya bilinci ve hakimiyeti avuçlarının arasında…
Hem böylece en çok hayıflandığımız “Zaman ne de çabuk geçiyor?” kaygıları da bitecek… Çünkü zaman kaygısı yaşayan insanların, aslında ruhu açtır. Yanlış bir yolda ilerlediğinin kalben farkındadır. Ve bunu düzeltmeye zamanı yetmeyeceğinden endişe eder…
Ama “Kamil’e” erebilmişler, asla zaman için endişe etmez…