Hangi duygu geçişlerini yaşıyorum...
Kendimi anlamlandıramıyorum.  :( :( :) :)
Hem yazmak istiyorum. Hem yazamıyorum.
Yazarak boşalmak, başımın sol tarafında oluşan ağrıyı harice dökmek istiyorum olmuyor. Bir şeyler, belkide çok şeyler durduruyor. Sonra duruyor, duramıyor ve efkarlı bir  bozlak avazıyla çalıp çığırmak istiyorum.( çalıp kelimesi saz çalma anlamında ha!!! Bizde hamdolsun çalma eylemi ancak ıslık  fiilini gerçekleştirirken olur.)
"BEYNİMİN DERİNLİKLERİ İÇİNDEKİ TABUT"
Ve yine karmaşıklıkların uçurumundan düşmek üzere olan ve beyninde yüzlerce soru işareti oluşmuş kendimi seyrediyorum.  Bedenim çaresiz.
Nereye gideceğinine?
Ne yapacağımı?  Bilmeden öylece, tepkisiz ve reflekssiz oturuyor. Hüzünlerden pembe bir tablo oluşuyor şehrin soğuk ve ıslak kaldırımlarında.
Kaldırımlar soğuk.
Gözlerim ve sözlerim bulut misali yağmur yağdırıyor umarsızca üzerine.
Her yağmur damlası sert.
 Islanıyor bedenim.
Kim bilir belki de kalbim…
Onun üstünü değiştirme şansı da yok üstelik.
Zaten hastalık meyilli bedenim ve ruhumu; Güneşin doğup onu kurutması gerekiyor.
Nerede güneş?
Ne zaman doğacak?
Ne zaman bitecek bu gece?
Karanlık
Sessizlik…
Sensizlik?
Bilinmezlikler beni deli ediyor.
Kudurtuyor.
Beynimin derinliklerindeki tabutta daralıyorum.
Debeleniyorum.
Paslı çivileri sökmeye zorladıkça tabutumun içine kahverengi demir parçaları dökülüyor bedenimin her bir zerresine.
Yoruluyorum zorlamaktan, zorlanmaktan.
Beklemekten, bekletilmekten.
Tekrar bir güçle tabutu zorluyorum olmuyor.
 Yeniden mavi gökyüzünü görmem imkansız gibime geliyor.
Durup düşünüyorum çarnaçar.
Düzeltemiyorum tabut içinde kalan tahayyüllerimi.
Beynimin derinliklerinde cesetler can çekişiyor peşi sıra…
Duruyorum, duramıyorum,
Yeniden debelenme…
Yeniden canhıraş bir mücadele.
Terliyorum, soğuk su arzum dudaklarımın her çatlağında beynime bir şeyler fısıldıyor.
 Zamanın akmasıyla mı çözülecek belirsizlikler.
 Yoksa zamanlamı daha mı çok belirsizleşecek her şey?
Sorular cevapsız.
Bedenim umarsız.
Tabut soğuk ben üşüyorum.
Silah zoruyla alıyorum kelimeleri paslanmış kalp daktilosundan.
Dönüştükçe şah damarı tıkanmış duygular yazıya…
Yüzeysel düşünmeye çalışıyorum, ayrıntıya kapılmadan. Çünkü biliyorum kapılırsam savaşırım kendimle, kendime hiç acımadan.
Hiç kendime yontmadan.
Bekliyorum acımasızca…
Uzun olmasını hep istediğim ama uzatamadığım tırnaklarımla kazırım etlerimi ve bedenimi…
Sıkarım dişlerimi gıcırdatarak. Beynimin kıvrımlarında yankılanır sıra dışı, aykırı cümleler.
Susarım.
Susamam.
Susarım.
Buz kütleleri yağar ruhumdan gri gökyüzüne doğru.
Bulutların üzerinde derin izler bırakıyorum yürürken ahesta aheste.
Gözlerim bulutlara değdiği zaman bulutlar ve sema intihar meyilli duygular ile karşılıyor beni.
Dondu henüz yağamayan yağmurlar, dondu başlangıçlar.
Dans ediyor tüm sonlar cesetlerle.
"Bu cesetler fazla ölü"  diye fısıldıyor çocukların hayallerini çalan o kötü adam.
Kahvesini yudumluyor aynada gördüğüm yorgun yüzü.
O kötü adam.
Bir parça fedakârlık serpsek dünyaya anca erişir yanıma…
"Ruhundaki düğümleri çözmek için uzattığım tırnaklarımı yiyorum oysa."
Tabutta kalıyor aklım, sökeceğim illa ki loş paslı kahverengi iğrençliği, başaramıyorum.
Etrafım çakallarla dolu, göremiyorum sıratı.
Ses geliyor uzaktan uzaktan.
Pencerenin dışında artan beyazlık, soğuk…
İçeride apansız yalnızlık, kitaplarım...
Kitap okumak insanı ne çok yalnızlaştırıyor.
Korkunç.
 Dostlarım sessiz, yakınımda kendi iç huzurlarını yansıtıyor. Günlerdir sınırlı bir uyku yaşamımı altüst ediyor.
Odaklanmakta, eşitlenmekte, mantıksız sorulara mantıkla cevap vermekte zorlanıyorum…
Yaşıyorum işte…
Haktan olduğu her halinden belli olan bir ses…
Onun tok ve emin sözlerine bırakıyorum kendimi.
Ne yazılırsa o gelir başa haktan…