Kayıp Adam(lar) Aranıyor

Abone Ol

“Dönüp baktım gençliğime, kanımın ruhumun kaynadığı yıllara. Okuduğum kitaplara, uykusuz kaldığım sayısını unuttuğum memleket kurtarma toplantılarına. Yapmak istediklerime, yaptıklarıma... Ve her şeyi onlar için düşündüğüm yurdumun insanlarına dikkatlice baktım. Eskiden yine de adamlar vardı ve onların varlığı bize ümit verirdi. Onları dinledikçe, gördükçe geleceğe ümitle bakardık. Şimdi ise gazetelere ilan verecek durumdayız...”
“Fıçıcı Diyojen öğlen vakti fıçısından çıkıp elinde yaktığı mumla dolaşmaya başlamış. Soranlara ise ‘karanlıkta adam arıyorum’ demiş”, dedim. “Hazretle bir akrabalığın var mı?” diye ekledim.
“Allah’ın her güzel kulu hangi çağda yaşarsa yaşasın akrabamdır” dedi her zamanki Ali Baba tavrıyla.
“Nedir?” dedim, “Adamlığın ölçüsü?”
“Adalet duygusudur” diye cevapladı. “Adalet duygusunu yitirmiş kişi kendine karşı dahi insan olamaz. Bu duyguyu bir de toplum olarak yitirdin mi, millet varlığının üstüne bir bardak su iç gitsin.”
Ali Baba ile sohbetlerimizin aktarılması bu sayfanın sınırlarını fazlasıyla aşar. Telefonu kapattıktan sonra O’nu bu kadar kederlendiren erozyonun boyutlarını yeniden düşünmeye çalıştım ve derin bir teessüre kapıldım:
Ben ve benden önceki nesiller- babamın nesli dâhil-hep “adalet”e ilişkin Hz. Ömer menkıbeleri ile, “adaletin hep kazandığı” masallarla yetiştik. Modern okullara gittiğimizde adalet, hakkaniyet, eşitlik, dürüstlük üzerine yığınla ders dinledik. Camiye uğradığımızda vaiz efendiden “iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak” ilkesini duyduk.
Hayata atıldığımızda ise; en yüce erdem olarak ezberletilen “adalet” ile bir türlü karşılaşamadık. Patronaj sisteminin acımasızca her yurttaşa bir “diyet “hikâyesi yazdırma ısrarını gördük. Yaşadık. işi şakaya vurduğumuzda ;“Adaletin 12 numarada Liyakatin 13 numarada çalıştığını” söyler olduk. Buna karşı çıkan “zencilerin” iktidar koltuklarına oturduklarında kat be kat fazlasıyla aynı haksızlıkları tekrar ettiklerini gördük. Acı bir şekilde anladık ki bu ülkede adaletsizlik bir fasit daire, zulümkarlık ise milli karakterimiz olmuş.
Toplumsal fay hatları her geçen gün daha fazla kırılmakta, küreselleşmeye tedbirsiz teslim olmuş bir ülkenin asgari sosyal korunma mekanizmalarından bile yoksun insanları olarak; içinde ruhumuzu ısıtacağımız nefret kumaşından yapılmış zihinsel çadırlarımıza çekiliyoruz. İç içe yaşamaktan çıkıp yan yana yaşayan insanlar haline geliyoruz içten içe. Kopuyoruz birbirimizden her geçen gün, bütün “kardeşleşme” söylemlerine rağmen...
Basına bakıyoruz; herkeste bir “hoşgörü, demokrasi, fikir özgürlüğü” lafları... Matbuatımızın maşallahı var hakikaten! Çok sesli solo yapma mucizesini her memleket başaramaz(!) Hep aynı felsefenin, dünya görüşünün kalemşorluğunu yapan, aynı üsluba sahip, her gün zerk edilen aynı kavramlarla sürekli aynı şeyi yazan bir akıl satanlar topluluğu... Üstelik bilmediğimiz konu yok, herkes bir Bay/Bayan Google
Farklılık mı? Hak getire... Farklı olmak muktedir olanların gazabına uğramayı gerektirebilir. Herkes farklıymış gibi davranıp aynı ağızdan konuşmalı, yazmalı ki yazanın da “küresel efendi”nin de ağzının tadı bozulmasın.
Hakkını yemek lazım yine de hegemon gücün. Farklı olmak farklı düşünce ve farklı felsefelere sahip olmak anlamında biz fanilere yasaklanmışsa da, doğuştan getirdiğimiz-etnik, dinsel, mezhepsel... - farklılıklarımızın altını kalın çizgilerle çizme konusunda epeyce bir teşvik gördüğümüzü söyleyebiliriz. Bu küreselleşmiş, tekerlek dünyada; farklılığınız düşünsel olursa maktul, etnik/dinsel olursa makbul olursunuz.
Ali Baba’ya hak vermemek mümkün mü şimdi? Bu tekere çomak sokacak adam(lar)aranıyor....