Elbette yazacak, çizecek, sırasında gerekeni söyleyecek. 

     Her zaman Hakkın gözü kulağı olacak.

     Fakat bunu yaparken, her hakkı söylemeye hakkımız olmadığını da bilecek. 

     Bu bilinçle hareket edecek. 

     Çünkü her söylediğimiz hak olmalı. 

     Ama her hakkı söylemeye de hakkımız olmadığının bilincinde olmalıyız.

     Bu istisnalar dışında Basın; görevini yaparken tenkit değil, tebliğ çerçevesinde kalırsa etkili olur.

     Sonuç alır. Arada soğuk rüzgârlar esmez. Sürtüşmeler, dargınlıklar ve alınganlıklar olmaz.

     Böylece tebliğ edilen kendine çeki düzen verir. Tebliğ eden de vicdanen rahat eder. 

     Toplumun da huzuru kaçmaz.

     İşte “Her söylediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” 

     Hükmünde bir de bu incelik yatıyor olsa gerek.

     Yani yerinde, zamanında fayda verecek şekil ve konumda söylenmeyecek sözü 

     Hiç söylememek daha iyidir demek isteniyor.

     Peki öyleyse nedir tebliğ? Karşımızdakinin hatâ ve yanlışlarını yüzüne vurmazlık.

     Sevdiklerine dokunmazlık. Onu tahkir etmezlik, aşağılamazlık, hor görmezliktir.

     Sadece ve sadece ne olmak, nasıl olmak, ne yapmak, 

     Nasıl yapmak lâzım geldiğini nazara vermek, önüne koymak. 

     Akla kapı açıp ihtiyarı / seçme ve tercihi kendisine bırakmak.

     Sonuçta kabûlünü de hoş karşılamak. Kabulsüzlüğünü de doğal saymaktır. 

     Bu durumdan sonra, bu hususları artık mes’ele ve sorun haline getirmezliktir.

     İsteğimiz olursa ne âlâ; olmazsa da menfî tavır almamak. 

     Münasebet ve ilişkilere her zamanki gibi sağlıklı şekilde devam etmektir.

     Yol gösterici olmayı yine sürdürmeli. Kanunî çerçevede kalınmaya âzâmî dikkat etmelidir.

     Fikir ve düşünceyi dile getirmeyi kişilik haklarına ilişmekle karıştırmamalı. 

     Resmî şahıs ve kurumları aşağılamakla bir tutmamalı. 

     Devleti, Cumhuriyeti küçük düşürmekle aynı kefeye koymamalıdır.

     Velhasıl doğruyu söylemek yetmiyor. Doğru söylediğini kanıtlamak da yetmiyor. 

     Söylediği doğruyu benimsetmek ve kabul ettirmektir önemli olan. 

     Bunun yolu da tenkitten geçmiyor. Yani doğruyu söylemekten değil; doğruyu tebliğden geçiyor.

     Yani doğruyu, doğru şekilde söylemekten geçiyor.

     Bunun gibi, Hakkı söylemek yetmiyor. Hakkı söylediğini kanıtlamak da yetmiyor. 

     Söylediği Hakkı benimsetmek ve kabul ettirmektir önemli olan.

     Bunun yolu da tenkitten geçmiyor. Yani Hakkı söylemekten değil; Hakkı tebliğden geçiyor. 

     Yani Hakkı, Haktan alınan usul ve metodla söylemekten geçiyor.

     Demek ki dâvâ da Hak olacak. Dâvâya götüren yol da Haktan alınmış olacak.

     Sonuçta başarı yine Hakk’a nasip ve müyesser olsa da Hak bir dâvâ; 

     Bâtıl ve Hak olmayan usul ve metodlarla geçici olarak söner. 

     Bâtıl bir dâvâ da Hak metotlarla geçici olarak parlar.

     Haktan gelen ve Hak olan usul ve metod ise “Kavl-i Leyyin” / “Yumuşak söz”dür.

     Yüce Allah, Firavun gibi bir zâlime bile Hz. Musa ve kardeşi Harun’u gönderirken:

     “Ona kavl-i leyyin (yumuşak bir dil)le anlatın. Olur ki, öğüt alır.” (Tâhâ: 44)

     Âyetinde geçtiği üzere ona Kavl-i Leyyin (Yumuşak bir dil)le hitap edip, seslenmelerini ister.

     x

     Bizim insanımız, Firavun’dan daha mı Firavun’dur ki, ona kavl-i leyyini çok görüyoruz!

     Kaldı ki her devrin Firavunları vardır. 

     Onların karşısına Musalar Harunlar olarak çıkmamız gerekir.

     O halde birer Musa ve Harun gibi olmaya bakalım.