Tebliğle tenkidi karıştırıyor. Tenkitte sınırı aşıyor. Başımız derde girince de feryadı basıyor. Ah u figanlar ediyor. Ya kişilerle çatışmış, ya da devletle, hükümetle karşı karşıya gelmiş oluyor. Tekliften geçiyor, tehditte karar kılıyoruz.

Bir cezaya çarpılınca da her şeye, her yere kafa tutuyor, mangalda kül bırakmıyor. Kanunları âdeta hiçe sayıyor, önümüzde bir engel tanımıyor; onlardan kurtulmanın çarelerini arıyoruz.

Çerçeveyi kırmak, serâzâd olmak, hiçbir engel karşımıza çıkmasın, hiç yokuş olmasın istiyor. Hiçbir kayıt kuyut altına girmeyi de kabul etmiyoruz.

Çerçeveden çıkmakla başıboş olmayı umarken; asıl o zaman şirazeden çıkacağımızı hiç akıl etmiyor. Güya zarardan kaçarken, zarar verici duruma düşeceğimizi hiç düşünmüyor. Yağmurdan kaçarken doluya tutuluyoruz.

Millî güvenlikmiş, kamu düzeniymiş, kamu güvenliğiymiş hak getire. Sanki bunlar bizi hiç ilgilendirmiyor. Sanki bunlar bize hiç lâzım değil.

Bu sınırlamaları; yazıp çizmeye ve kalemimize engel görüyor. Varsa yoksa hürriyet ve özgürlük diyoruz. Diyoruz ama hürriyetin belli bir çerçeve içinde kullanılırsa hürriyet olacağını; hudutsuz bir şekilde kullanıldığı takdirde topluma zarar verici niteliğe bürüneceğini hiç mi hiç akıl etmiyoruz.

Oysa tebliğde namütenahi / sonsuz denecek derecede serbestiz. Hür ve âzâdeyiz. Hiçbir engelleme ile karşılaşmamız da mümkün değil. Bu, tıpkı haram ile helâlin birbirine göre nisbeti, oranı gibidir. Bilirsiniz haramlar, yasaklar sayılı. Helâller sayısızdır. Yani yapma etme denen yasaklamalar mahdut ve sınırlıdır.

Yapmakta serbest bırakıldığımız şeyler ise sayıya gelmez. Bu, dinsel yol göstericilikte böyle olduğu gibi, insanın koyduğu kurallarda da böyledir.

İnsanın önüne çıkarılan yapma, etme denen engeller sayılıdır. Bunlar; ister dinin, ister insanın koyduğu kanunlar olsun farketmez.

İstediğimizi yapmakta serbest bırakıldıklarımız ise rakam ve sayılara sığmayacak kadar çoktur. Yani bu alanda sınırsız serbest. Tamamen hür ve özgürüz.

Bu, karışılmayan tarafımız cadde-i kübradır. Büyük, geniş bir yol, bir bulvar gibidir. Gitmemiz istenmiyen, engellenen yönümüz ise cılga, patika yol cinsindendir.

Önceki düz ve iniş. Sonraki yokuştur. Üstelik çalı ve dikenlerle doludur. Taşlıdır. Binbir zorluk ve tehlikeler içerir. Düşüp yuvarlanmak her an mümkün ve olasıdır.

İşte birinci yol, yüzde doksan beş işimizi görürken; tehlike, meşakkat ve zorluklarla dolu ikinci yolda ısrar etmek niye?

Kaldı ki selâmetli olan birinci yolla alacağımız sonuç; yasaklandığımız ikinci yolla varmak istediğimiz sonucu da er-geç sağlıyorsa, ille de o taşlı, o yorucu, o zahmetli üstelik tehlikeli yolda ısrar etmek doğru mu?

Birinci ve asıl yol; tenkit değil tebliğdir demiştik. Gerçi tenkitte de tebliğde de doğrular söylenir. Gerçekler dile getirilir. Öyleyse ikisi arasında ne fark var? Derseniz.

Şayet doğrular söylenirken; yani kişi, kurum ve resmiyete yol göstericilik yapılırken; yapılan hatalar, edilen yanlışlar dile getiriliyor, yüze vuruluyorsa; bu çeşit söyleyiş tarzı tenkit grubuna girer.

Kısaca doğrular; yanlışların, eğrilerin ve hataların fail ve yapıcılarını hedef alarak söyleniyorsa muhatabı itham da söz konusuysa bu tenkittir. Bu tenkitten; tenkidin hedef aldığı kişi, zümre, kurum ve resmiyet incinir. Rencîde olur. Alınır. Çünkü tenkit, soyut olarak değil; faillerine, yapanlarına nispet edilerek yapılmıştır. Zira kimse demez ayranım ekşidir. Köre kör desen alınır. Ama kördür diyeceksiniz! Evet ama insan bu, alınıyor işte.

Öyleyse -tarif etmenin dışında- köre kör denmiyecek.

Peki ama, basın hakkı dile getirmesin mi?

Doğruları yazmasın mı?

Yanlışları kaleme almasın mı?