Pencerenin dibindeki koltuğa iliştim. Kirpiklerime takılan perdeleri çektim. Zihnimin kumandasına bastım. Gözlerimin dev ekranında her yıl seyrettiğim filmi bir daha açtım. Ağaçların şiddetli yaprak döküşünü, bulutların griye dönüşünü, otların topraklanışını,  yağmurun usulca sızışını dehşetle ve ilk defa görüyormuşçasına seyrediyorum.

Pencereye ışığın vurmadığı, serçe şarkılarından uzak, kelebek kanatlarını taşımayan bir gökyüzünden bahsedeceğim size. Kasım başucumuzdan kırılgan yanımıza, sıcak hüzün kâsesinden su içer gibi akıyor. Özgürlüğümüz tutuklu bilmem kaç kez, kulaklarımıza sızarken kürdili bir musiki demle.

Kasım grisi bir zamanın ayracındayız. Ne kış ne sonbahar ne de yaz. Arada kalmış zaman dilimi yani. Güneş yaramaz bir çocuk gibi. Bir yaklaşıp güldürüyor bir saklanıyor bir küsüp gidiyor.

İşte küsüp gitti yaramaz çocuk yine. Gölgesi büyüdü sonra uzaklaştı. Kahkahalarının yerini boş uğultular aldı. Saçları arasında gezinemeyen ellerim üşüdü. Burkuldu yüreğim. Gülüşlerimin çizgileri gevşedi.

Yalnızlık kokusu mu alıyorum yoksa?

Uzaklarda tüm heybetiyle duran dağların yalnızlıkla savaşı, rüzgârla yağmurun toprağa saldırışı, yaprakların döne döne savruluşu, yağmur taneleriyle hemhal olan zamana gökyüzünün ağlayışı.

Ve şimdi, kalemin kâğıda sarılışı. Yaza elveda mektubunun sizlere dökülüşü. 1 Kasım hikâyesinin öksürük sesi,  ruhun çatlaması, kalemin kurşununda bir yara bu belki de.

İstemesek de yaz bitti. Sonbaharın hüznünü atamadan üzerimizden, kasımın kararsız tavrıyla gözlerimizin kıyısında akışını izlemekteyiz.

Dolaplarda yazlıklar kışlıklarla yer değiştiriyor. Papatya kokuları yerini naftalinin geniz yakan kokusuna bırakıyor.  Göçmen kuşlarının gariplik hüznüyle yol alıyoruz basit ve eşit bu düzlemde.

Bilmediğim bu diyarın göçmeniyim. Bu üzeri sisli dağların yabancısı gözlerim. Aklımı isyana davet eden bu iklim anonim bana.
Sevgili dünya, dip not evresi bu ömrün anlıyorum. Yalnızlık kendini doğurur mu sahiden işte bunu bilemiyorum.

 Herkes biraz olsun sessizlik şimdilerde. Mısralarla kendini vuran şairlerin imgeleri arasında kendimi susuyorum. Biri bir ağaç oldu kendini soyundu. Biri gül soldu kitap ayracında. Kimi oturdu kaldı parkta yapraklar arasında kendini yedi bitirdi. Kimi kuşları vurdu kirpikleriyle. Kimi gücendi çaresizliğine kapanan gözlerinin.

Suskunluk okunuyor camlara yansıyan yüzümden. Solgun kasım kasveti desek yeridir hani.

Dışarda yokluğun bestesi gök gürleme saatleri. Dışarda kadınlar ve adamlar kırgınlıkla duyumsuyor bu renksizliği anlıyorum. Ölseler ölemezler, yaşasalar ölmezden gelemezler.

Bu şehir konuşulmaya dursa ağır aksak eser rüzgâr, bozkırın ölgün teninde. Ne gökyüzü uyur, ne de güneş uyanır yaşayıp durduğumuz bu ölgün zaman diliminde. Ova bir seccade gibi serilmiş gözlerimin kıyısına. Şehrin kırağı uykusuna yenik düşüyor sükûn iki vakitten önce.

Bir çocuğa dokunuyor gözlerim, gölgesi karanlıkla büyüyen, ellerinde büyük bir kâğıt toplama arabasıyla yavaştan gidiyordu. Seherin ergenliği yüzüne yağmur yağmur dökülüyordu. Şehir küçüldükçe küçülüyordu o vakitlerde. Okul bahçesinden uzun uzun seyre dalınca geçikmişliğini. Rutubetli hayat, tohumun çiçeğe dönüşünü nasılda engelliyordu.

İnsan ışıkta yeşermeliydi diyorum yağmurun nefesi buğulanırken pencerede. Müphem bir musiki çınlarken kulaklarımda, nabzını yokluyorum ruhumun. Bir kelebeğin endişesini duyumsuyorum, Serçelerin sesiyle susuyorum,1 Kasım manifestosu bu, kirpiğimin ucuna dökülürken damlalar “benimdir bu sızlanmalar” diyemiyorum.

Biliyorum ki kelimeleri yıkamaz her göz. Ve herkes biraz ben ve herkes biraz ıslanmak, biraz kasım, biraz hayıflanmak bilmem kaç kez…

İşte hepsi bu kadar…