Aynanın nesi var mülküm diyebilecek? Her şeyi akisten / yansımadan ibaret. Zaten varlığı bu hiçlikten, bu mülkiyetsizlikten kaynaklanıyor. İnsan da bu vasıfta kendini görmeli ki, var olsun. Demek insanın varlığı yoklukta. Yokluğu ise varlıkta. Yani insan kendini var bilirse yoktur, yok bilirse vardır. İşte insanın fakrı bu şekilde anlaşılmalı.

     Güneşten ışık alan Kamer gibiyiz. Evet tıpkı ışığını güneşten almakla ışıklanan ay misali. Ay nasıl ki ışığını güneşe borçludur. İnsan da varlığını, hayat ışığını güneşler  güneşi, her şeyin kaynağı ve Rabbülâlemîn / Âlemlerin Rabbi olan Allah karşısındaki fakrını bilmeye borçludur. Aksi takdirde varken yok hükmündedir. Yokluk bilinci ise varlığını gösterir. İşte insan, fakrını böyle idrak etmeli. “Vücûdunu, mûcidine feda et.” / “Varlığını, verene feda et.” hükmünde ifadesini bulan yokluk bilincinde aramalıdır.

     İnsan yaratılıştan gayet zayıftır. Halbuki, her şey ona ilişir, onu üzer. Ona acı verir. Hem gâyet âcizdir. Oysa, belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyaçları pek ziyadedir. Hem tembel ve güçsüzdür. Halbuki hayatın külfeti son derece ağırdır. Hem insan oluşu onun kâinatla ilişki kurmasını gerektirmiştir. Halbuki sevdiği, alıştığı şeylerin gözünün önünden bir bir gidişi ve onlardan ayrı ve uzak kalışı onu daima incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksatlar ve baki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı, gücü ve kuvveti kısa, sabrı kısadır.

     Bu sebeple fakr ve ihtiyacı, hoş bir istek ve arzu suretini alır. İştiha gibi fakrın artmasına çalışır. Onun içindir ki: Kâmil, mükemmel ve olgun insanlar, fakr ile fahr etmişler / övünmüşlerdir. Sakın yanlış anlaşılmasın; Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik durumuna düşmek değildir. Evet Allah ârifi / O’nu hakkıyla bilen aczden lezzet alır. Evet, Allah ârifi Allah’tan korkmaktan büyük bir haz alır. Çünkü havfta / Allah korkusunda manevi bir tat vardır. Eğer, bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sorulsa: En lezîz ve en tatlı hâlin nedir? Belki diyecek: “Aczimi, zaafımı anlayıp, annemin tatlı tokatından korkarak yine annemin şefkatli sinesine sığındığım hâldir.”

     Oysa bütün anaların şefkatleri, ancak Rahmetten tecellî eden bir parıltıdır. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve Allahtan korkmakta öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi kuvvetlerinden şiddetle kaçınıp, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve Allah’tan korkmayı kendilerine şefaatçı yapmışlar. Kaldı ki, Cenabı Hakka ulaştıracak yollar pek çoktur. Bütün hak yollar Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarikatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha genel oluyor. O yollardan biri de, Kur’an’dan alınan “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yoludur.

     Evet, acz dahi aşk gibi, belki en selâmetli bir yoldur. Ki kulluk ve ibadet yoluyla mahbubiyete yani sevilen bir kul olmaya kadar gider. Fakr dahi, Rahmân ismine ulaştırır. Tabii acz, fakr ve kusurunu Cenabı Hakka karşı göstermektir. Yoksa onları halka karşı sergilemek değildir. Kur’anı Kerîm fakr yarasını rızka ve nihayetsiz rahmetine vesîle yapar. Sonsuz lezzetli nimetlerine karşı arzu duymaya sebep kılar.

     Sonsuz rahmet meyvalarına aç olan ruh ve insan lâtifeleri / duyguları; o nihayetsiz rahmet meyvalarına fakr ve ihtiyacını hissettikçe, saadet lezzeti daha da artar. “Çünkü ihtiyaç tekerrür ettikçe lezzet ziyadeleşir.” Yani ihtiyaç tekrar tekrar kendini gösterdikçe, onlardan alınan lezzetler de çoğalır. İşte biz fakrdan böyle bir mâna çıkarıyor. Fakrımızla, her zaman iftihar edip, övünüyoruz.

     Başta dediğimiz gibi, tüm mevcudat / tüm varlıklar lisanı hâl / hâl diliyle “Bismillah” der. Mesela her bir ağaç “Bismillah” der. Rahmet hazinesi olan meyvalarından ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Demek her bir ağaç birer tablacı hükmünde. Dikkat edersek tablacı, ne üretici ne de yapandır. Üretilen ve yapılan şeylerle, alıcı veya ihtiyaç sahipleri arasında aracı olandır. Demek ki sebepler, görünüşü kurtarmak için birer perdeden ibaret. Sebeplerin varlığı dünyadaki imtihan yani sınav sırrından kaynaklanıyor. Asıl iş gören; ezel ve ebed sultanı olan Allah’tan başkası değil. Tıpkı postacının getirdiği parayı, postacıdan bilmediğimiz gibi. Postacı sadece bir aracı. Gönderenle gönderilen arasında tablacı hükmünde.