Kanuni Sultan Süleyman’ın nice Fütuhat seferleri dizi yapılacak olsa, emin olunsun, “renkli camın” önünden kimse ayrılamaz. Zira her bir seferi’ne aziz milletimiz de iştirak etmiş; gaza yolunda nice şehit ve gazi, şanlı tarihimizi asil kanlarıyla renklendirmişlerdir. Dahası, mekânı cennet olsun Avrupa devletleriyle diplomatik münasebetleri o derece olumlu geçmiştir ki; Osmanlı’nın ne adil, ne muhteşem bir Devlet olduğunu adeta tasdiklercesine gözler önüne sermişlerdir diyebiliriz. Zira, Batı dünyası’nın Kanuni ve devri hakkında yazıp, neşrettiği eserleri okuduğumuz zaman, sevgi ve gururla o büyük Padişah anmakta ve aziz ruhu için dua etmekteyiz. 
Batılılar, “Magrificent-Magnifique-Der Prachtige (Muhteşem) ve Grand Turc (Büyük Türk)” olarak tanır. 
Osmanlı Devleti: “Politik, Diplomatik, Askeri, Teknolojik, Mimari, Güzel San’atlar ve bilim alanlarında altun çağını Süleyman’ın yarım yüzyılı bulan saltanatında yaşamış, Akdeniz havzasının dolayısıyla da dünyanın en güçlü Devleti konumuna yükselmiştir.” 
Mimar Sinan, Şair Baki, Minyatürcü Nigârî, din bilgini Ebussud, Pirrî Reis, Barbaros ve daha pek çok denizci, Komutan, Devlet adamı, pek çok sanat’kâr, Bilim adamı; Kanuni Süleyman’ın döneminin parlaklığına katkıda bulunmuşlardır. Doğu’ya ve Batı’ya yaptığı (13 seferle de) Padişahlar arasında bir rekor sahibidir ve sefer sırasında eceli ile ölen tek Padişah’tır. 
Adını taşıyan Süleymaniye Külliyesi başta olmak üzere kendisinin, refikası Hürrem Sultan’ın, Damadı Rüstem Paşa’nın, kızı Mihrimah Sultan’ın, Vezirleri’nin, Mimar Sinan’a yaptırdıkları eserler İstanbul’a ve başka Osmanlı şehirlerine yepyeni siluetler kazandırmış; bent, sukemeri, suyolu, köprü, çeşme, saray, has-bahçe, mektep, medrese, kervan-saray, hamam, sebil, türbe, tap-hane, darüşşifa gibi kamusal yapımlar (46 yıllık saltanatı boyunca) sürmüştür. Tophane-i Âmire, döneminde (20-22 tonluk topların döküldüğü) büyük bir sanayi kuruluşu olurken Liman-ı Kebir (Haliç-Galata) Akdeniz’in en işlek limanı durumuna gelmiş; Türk bilim, san’at ve kültür çalışmaları da en yüksek düzeye ulaşmıştır. 
Şimdi şu suali sormadan edemeyeceğim: Peki, merhum Padişahımız bütün bu faydalı çalışmalarını, kazandığı askeri zaferleri vs. harem dairesinde Hürrem’in kollarında mı elde etmiştir?.. Ve de baştan beri saydığımız onca onur verici icraatı varken, TV-Dizisi olarak sadece Hürrem ve Kanuni aşkı mı göze çarpmış ve tantanalı bir dizi hazırlanmış? Cidden insanı düşündüren bir konu?... Ancak fazlaca düşünmeye de lüzum yoktur. Zira bizim insanlarımızın düşünce yapısı saptırılmış ve sadece iki nokta üzerine yoğunlaşmış: “Seks ve Futbol!”. Meselenin en enteresan tarafı da şudur: Şayet Kanuni’nin romantik bir aşk hikâyesi olmasaydı, belki de kimsenin aklına gelmeyecek ve böylece tarih sayfalarının arasından bizlere, yanî yeni nesillere kendinden söz ettiremeyecekti!... 
MERHUM ADNAN MENDERES’İN GÖNÜL DÜNYASI!... 
Sabık Başbakanlardan merhum Sayın Adnan Menderes’in, hayatından bir kesitin TV-Dizisi yapılması uygun görülmüş ve tabii ki, gönül dünyasına öncülük tanınmış!... 
Zannederim mezkûr dizisinin 1-2 bölümü de TV ekranlarına arz-ı endam edebilmiş. Zannederim diyorum zira, mezkûr dizi dahil hemen bir çok TV dizisi izlemiş değilim. Niçin mi; hemen her dizide, “yoğun-bakımı” başlıca materyal olarak değerlendirilmesi ve “reklam arası seyirler” benim dizi seyretme zevkimi sıfırlamıştır. 
Gelelim asıl konumuz olan merhum Menderes’in; gönül dünyasına!... Benim hâlâ anlayamadığım bir husus var ki şudur: El âlemin gönül dünyasından kime ne!..
Merhum Menderes, ülkemizde çoğulcu sistemin uygulanma döneminin ilk Başbakanı ve makam maaşı almayan yegane Başbakan’dı. Türkiye halkının çoğunluğu tarafından sevilmiş ve benimsenmişti. Gerçek bir beyefendi ve zarif bir görünüm veren Menderes’in hayatı trajik bir sonla noktalanmış olduğu için Millet ekseriyetinin kalplerinde buruk bir acıyla yer etmiştir. 
Merhum üçüncü Cumhurbaşkanımız Celâl Bayar’ın iktidar hırsının kurbanı olarak, hem kendisini ve hem de başında bulunduğu DP’yi felâkete sürüklemiş, “Yassı Ada duruşmalarında” idama mahkûm olmuş, kendisiyle birlikte: “Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan, Meclis Başkanı Refik Koraltan”ı da idam cezasına sürüklemişti. Millî Birlik Komitesi, hükümlülerin üçünün idamını tasdik etti ve diğerlerini cezasını da müebbet hapse çevirdi. 
16 Eylül 1961 tarihinde, Polatkan ve Zorlu’nun infazları uygulandı. Adnan Menderes’in ise 17 Eylül 1961 tarihinde icra edildi. Evet, milletimizin kahir ekseriyeti tarafından sevilen; Müslim, Gayr-ı Müslim vatandaşların hemen her kesiminden sevgi ve saygı duyulan, Başbakan Adnan Menderes artık yoktu!... 
İnfaz haberini, günün gazetelerinden okuyan vatandaşların ağızlarına sanki kilit vurulmuştu; hemen hiç kimse bu trajik konu hakkında konuşmak istemiyor ve sadece gazetelerin verdikleri habere bakarak susmayı tercih ediyordu!... 
Yeşil-Köy’de ikamet ettiğimiz altı dairelik binanın kiracılarından Rum asıllı Yanula adındaki komşumuz elinde bir gazete ağlaya, ağlaya hızlı adımlarla eve doğru gelirken, Anam ve ben o an balkondaydık ve Anam, Yanula’yı kapuda karşıladı: (Ne oldu Kız!) diye seslendiğinde, Madam Yanula: (Daha ne olsun! Aslanlar gibi başbakanımızı asmışlar!) diye haykırdı. Annem: (Kız sen Menderes’e küskündün?...) Yanula cevap verdi: (Öyle deme kale! Ne de olsa Babamızdır, kızarız da severiz de!..) 
Madam Yanula, 6-7 Eylül hadiselerinden dolayı, Demokrat Partiye küskündü. Ama, bu trajik hadise, Madam Yanula’ya o uğursuz vak’ayı bir anda unutturmuştu. Bu aile daha sonra, Yunanistan’a göçmüştü. 
Yassı-Ada duruşmalarında merhum Menderes’in “cımbız davası”, “bebek davası” derken; Devlet’e karşı işlenen suç dışında hemen her nesne suçlama unsuru sayılmaktaydı(!). Bir takım gazetelerse adeta yangına körükle gitmekteydi... Dönemin (CHP’lileri ise) Demokrat Partili avına çıkmış: Bu da DP’lidir ihbarlarıyla sözde(!) “vatana hizmet etmekteydiler”. Bâyezid’in adı değiştirilmiş “Hürriyet Meydanı” olmuştu. Sabahları dolmuşla işe gidenler, bu tarihi meydanın yeni adını kullanmamak için: (Şoför Efendi! Çarşı-Kapu parası alır mısın!) der, taksi Bâyezid’e gelince de şoför: (Beyler Çarşı-Kapu!) diye seslenirdi.  
Yeni-Kapu semtinde, Marangoz Dayı olarak bildiğimiz, çocukların sevgilisi bir Amca vardı ve bu zat koyu bir DP’li idi ama Partiye kayıtlı değildi. Buna rağmen CHP’liler: (Bu adam Yeni-Kapu sahilinden, Yassı-Ada’ya denizaltından tünel kazarak, Menderes’i kaçırmayı plânlıyor(!) diye, bir ihbarda bulunmuş ve zavallı adam, aylarca hapis yatmıştı. Bu vak’a o dönemin gazetelerinde flaş haber konusu olmuştu. Ama, hiç akla gelmemişti ki; (böylesine emsalsiz bir tünel uzmanı, Devlet hizmetinde değerlendirilebilirdi.) Gelmez olur mu, tabii ki gelmiştir. Ancak bunun bir alçakça iftira oludğunu hemen herkes bildiği halde, görmezliğe gelerek, susmayı tercih ediyorlardı. Zira, her devrim, kurbanlar isterdi.. 
27 Mayıs 1960 Askeri hareketinden her söz edildiğinde; “Demokrat Parti”nin yanlışlar içinde ülkeyi felâkete sürüklerken, Silâhlı Kuvvetlerin ülkeye el koyarak, korkunç bir gidişe son verdiklerinden söz edilmekte ve böylece, CHP kendini aradan sıyırmaktaydı. Evet, yanlış okumadınız sayın yetkili kişiler, gerçeklerin üzerine örtmekte ve böylece CHP’nin herhangi bir siyasî zarar görmemesi için halkı yanlış bilgilerle donatmaktaydılar!.. 
Gerçek şudur ki, Silâhlı Kuvvetler arasında bir takım gizli toplantılar yapılmakta ve ayrı-ayrı gruplar gizli hazırlıklarla hareket ederek, İhtilâl için uygun bir ortam gelişmesini beklemekteydiler ve arzu ettikleri ortam: CHP ve DP iktidar kavgalarıyla kendiliğinden meydana çıkmıştı ve bu gizli çalışmaların temeli (1946’lara) dayanmaktaydı. Yakın tarihimizi iyi tetkik etmiş olanlarımız, bunun böyle olduğunu rahatlıkla görürler!... 
Bir ayrı meçhul kalan daha doğrusu her daim örtbas edilerek gözlerden uzak tutulan bir önemli faktör daha var ki, gerçekten hiç mi hiç sözü edilmez! 
27 Mayıs 1960 Askeri darbe’nin arka plânında İstanbul Üniversitesi Dekanı, Ord. Prof. Sıddık Sami Onar. Evet! Bu muhterem akademisyenden niçin hiç söz edilmez? DP’nin beyin takımının yağlı ipi boylamasında, Or.General Cemal Madanoğlu’na tesir ederek birinci derecede rol oynamış olmasından da söz edilmemiş ve de hâlâ edilmez!.. Acaba niçin?.. 
Türk Silâhlı Kuvetleri adına hareket edildiği bahsinde, İhtilâl Komitesi’nin CHP adına hareket ettiği pek görülmemekteydi. Meselâ; Albay Alpaslan Türkeş’e “İhtilâlin beyini” diyenler, CHP taraftarı olmadığını öğrendiklerinde derhâl gözden düşürmüşler ve yalnızlığa itmişlerdi... 
Ankara Kumandanı Cemal Madanoğlu, “Bu İhtilâl hiçbir şahısa ve zümreye karşı yapılmamıştır” hitabını dikkate alarak, Harbiye’deki DP Milletvekillerini tahliye etmeye karar verdi. 
Tahliyeler Profesörler heyeti üzerinde tam bir bozgun ve bomba tesiri bırakmıştı... Sıddık Sami Onar, Hüseyin Naili Kubalı ve İsmet Giritli adeta küplere binmekteydiler... 
Ord.Prof. Sıddık Sami Onar: Bu vatan hainlerinin(!) tahliye edilmelerini aklına sığdıramıyordu. Onar gibi, diğer Profesörler de, idam edilecek insanların ertesi günü Harbiye’den salıverilerek tıpış, tıpış evlerine gitmelerini Türklüğe yakıştıramıyordu.(!) Nihayet Profesörlerin dediği oldu ve ancak bir gece evlerinde kalan bu Mebuslar, tekrar Harbiye’nin yolunu tuttular. 
DP’nin gayrimeşru bir teşekkül olduğu hakkındaki kararı hazırlayan ve bu hususta kendisine sonsuz salâhiyet verilen Ord.Prof.Sıddık Sami Onar’ın bir ayrı garabeti de Reisicumhur Celal Bayar’da bulduğu bir büyük suç(!) sapında “D.P.” harfleri bulunan bir bastonu Zonguldak’tan İstanbul’a taşımış olmasıydı. Bunu, DP. iktidarın meşrutiyetini kaybetmesine başlıca sebeplerden biri olarak zikretmişti. Baştan beri kayda geçtiğim bütün bu garip ve gözlerden uzak tutulmuş olayların tamamını öğrenmek isterseniz, merhum Tekin Erer meslektaşımızın, (YASSIADA VE SONRASI) adlı belge mahiyeti arz eden eserini okuyun. Gelelim, merhum Adnan Menderes’in “gönül dünyasına”. Mevzubahis İhtilâl hareketinin muhtelif cepheleri ve Türkiye üzerinde oynanan iğrenç oyunların hâlâ devam edip gitmesiyle gündemde oluşuyla alâkalı endişelerin varlığı söz konusu iken, bir talihsiz Başbakan’ın gönül meselesine eğilerek onu TV dizisi olarak halkımıza takdim edilmesi, bizce lüzumsuz bir lükstür. 
MERHUM MENDERES’İN GERÇEK ÇEHRESİ VE İNGİLTERE!... 
Merhum, Sultan II. Abdülhamit Han’dan sonra “Orta-Doğu” meselesinde merhum, Adnan Menderes’e büyük çapta husumet duymakta olan İngiltere, Menderes engelini ortadan kaldırabilmek için o malûm entrikalarını uygulama sahasına sürmüş ve Orta-Doğu uğrunda acımasız bir mücadeleye girişmişti. 
Durum aynen şuydu: İngiltere’nin Orta-Doğu üzerinde büyük çapta nüfuzu mevcuttu. Şöyle ki; İngiltere’ye sorulmadan Orta-Doğu’nun hiçbir meselesi halledilemezdi. İngiltere bir vasi gibi Orta-Doğu’yu idare ederdi. Amerika ve Rusya gibi büyük devletler dahi, Orta-Doğu etrafındaki davranışlarında İngiltere’nin nokta-i nazarını almadan hiçbir şey yapamazlardı. Öz Türkçesi: Orta-Doğu’nun en büyük söz sahibi ve tek otorite İngiltere idi. 
Ancak, Türkiye Orta-Doğu’daki tabii haklarını asla unutmuş değildi ve de adeta bir uygun ortam oluşmasını beklemekteydi. 1950’de kahir bir ekseriyetle iktidar olan DP’nin genç ve dinamik Başbakanı Adnan Menderes, bir yıl içinde gerekli hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 1951’de ben de varım, diyerek Orta-Doğu’da İngiltere’nin karşısına dikildi. Niyeti; “İngiltere’nin Orta-Doğu’daki nüfusun kırmak, Orta-Doğu’da Türkiye’yi tek söz sahibi ülke olarak kabul ettirip, Türkiye’nin eski hâkimiyetini canlandırabilmekti.” Petrolleri üzerinde İngiltere’nin büyük hissesi bulunduğu İran ve Irak’la “Bağdat Paktı”nı yaparak İngiltere’yi adeta şaşırttı. Dahası Yunanistan ile dostluk bağları kurdu ve Kore’ye asker göndererek, ABD ile tam manada müttefik hâline geldi. Türk Silâhlı Kuvvetlerini modern silâhlarla donatarak, tam manada Savaş Ordusu konumuna soktu. Büyük çapta sanayileşme hareketine girişti ve Orta-Doğu’yu İngiliz pazarlarından mahrum edecek istikamette bir taktik uygulamaya başladı. İngiliz ve ABD gazeteleri: Menderes bahsinde: “Orta-Doğu’nun en kuvvetli adamı” tabirini kullanmaya başlamışlardı. Yanî, İngiltere mukabil mücadeleye girdiğinde daha ziyade gayet gizli hareket etmekteydi. Menderes’in bu atılgan girişimlerinden ABD’deki bazı çevreler de rahatsız olmaya başlamışlardı. Şöyle ki, yeni kurulan İsrail Devletine milyonlarca dolarlık yatırım yapılmıştı ve İsrail Orta-Doğu’nun tek sanayi devleti haline getirilmek istenmekteydi. Halbuki Türkiye, kendisinden beklenmeyen bir kıvraklıkla büyük çapta sanayileşme hareketine girişmişti. Bu umulmadık ilerleyişi önleyebilmek için Menderes’in yerine, pasif devlet adamlarının iş başına getirilmesi şarttı. Dolayısıyla, ABD’deki iş adamları da Menderes’in muhalifleri saflarına katılmışlardı... 
Menderes’in bu yönü varken, “aşk hayatını” parmağa dolamanın sadece muhaliflerine prim vermekten gayrı hiçbir işe yaramayacaktır. 
Saygıdeğer okuyucularım, İnşallah yeni bir yazımda buluşabilmek umudu ile cümlenize mutlu yarınlar diliyorum efendim. Saygılarımla.