İşte böyle bir zamanda, belâgatın / kusursuz güzel sözün en revaçta / en geçerli olduğu bir sırada, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan / beyan ve açıklamalarıyla, akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’an nüzul etti / vahiy yoluyla Hz. Muhammed’e indirildi. Nasıl ki Hz. Musa zamanında sihir, Hz. İsa zamannda tıp revaçta ve gündemde idi. Mu’cizelerinin en mühim ve önemlileri o cinsten geldi. 

     İşte o vakit Arap bülegasını / edebiyatçılarını, Kur’an’ın en kısa bir sûresine mukabeleye / karşılık vermeye davet etti / çağırdı. Onlara meydan okudu ve hâlen de okumakta. Damarlarına şiddetle vurdu ve ve hâlen de vurmakta. Gururlarını dehşetli surette kırdı ve hâlen de kırmakta. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor / küçümsüyor, hafife alıyor ve hâlen de almakta.

     İşte, eğer muaraza / sözle mücadele mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muaraza edip / aynı tarzda sözlerle karşı çıkıp davasını iptal etmek / bozup çürütmek gibi rahat bir çare varken; en tehlikeli, en müşkülâtlı / zorluklarla dolu muharebe / savaş tarikı / yolu ihtiyar edilsin / seçilsin? 

     Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin de, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâ ve sıkıntılara sokacak uzun bir yolu ihtiyar etsin / seçsin! Olacak şey mi? Hem kabil midir?

     Çünkü, edipler; âyetlere karşı daha edebî veya hiç olmazsa onlara eşit olabilecek birkaç  belâgatli sözle muaraza edebilse / Kur’an âyetlerine karşı sözle karşı çıkabilse idiler, Kur’an; dâvâsından vazgeçer / cayardı. Onlar da maddî ve manevî helâketten / yıkılıp mahvolmaktan kurtulurdu.

     Halbuki, muharebe / savaş gibi dehşetli / korku dolu, uzun bir yolu ihtiyar ettiler / seçtiler! Demek ki, muaraza-i bilhuruf / söz ve fikir ile karşı gelmek mümkün ve olası değildi. Muhal / imkânsız ve olmayacak bir husustu. Onun için muharebe-i bissüyufa / kılıçla, kuvvetle ve silâhla karşı gelmeye mecbur oldular. Kendilerini buna zorunlu hissettiler.

     Oysa, Kur’an’ı tanzir etmek / benzerini ve taklidini yapmak için, gayet şiddetli iki sebep vardı: Birisi, düşmanın hırs-ı muarazası / karşı koyma hırsı, diğeri dostlarının şevk-i taklidi / benzerini yapma arzusudur ki; şu iki saik-i şedit / şiddetli sevk edici altında, milyonlarca Arabî kitaplar yazılmış ki, hiç birisi Kur’an’a benzemez. Âlim olsun, âmî / okumamış cahil olsun, her kim ona ve onlara baksa kat’iyen diyecek ki:

     “Kur’an, bunlara benzemez. Hiç birisi onu tanzir edemez / benzerini ve taklidini yapamaz.” 

     Şu halde, ya Kur’an, bütününün altındadır. -Bu ise, bütün dost ve düşmanın ittifakı / fikir birliği ile battal / işe yaramaz, boş, muhal ve imkânsızdır.- Veya Kur’an o yazılan umum kitapların fevkinde / üstündedir.  

     Eğer desen: 

     “Nasıl biliyoruz ki, kimse muarazaya / sözle karşılıklı mücadeleye teşebbüs etmedi / girişmedi. Kimse kendine güvenemedi mi ki, meydana çıksın? Birbirinin yardımı da mı fayda etmedi?”

     Elcevap: 

     “Eğer muaraza / sözle karşılıklı mücadele mümkün olsaydı, alâküllihâl / ister istemez kat’î teşebbüs edilecek / sözle karşı koymaya girişilecekti. Çünkü izzet, şeref ve namus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi / buna girişilseydi, alâküllihâl / ister istemez kat’î / kesin olarak taraftarları pek çok bulunacaktı. Çünkü, hakka muarız / karşı çıkan ve muannit / inatçı olanlar; daima kesretli / çoğunlukta idiler. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihâl / ister istemez iştihar edip / şöhret bulacak herkes tarafından bilinecekti.

     “Çünkü, küçük bir mücadele / çelişme, atışma; beşerin / insanın nazar-ı istiğrabını / hayretle bakışını celp edip / kendine çekip, destanlarda iştihar eder / her tarafta duyulurdu. Şöyle acip / hayret verici, şaşırtıcı bir mücadele ve vukuat / olay ise gizli kalamaz. İslamiyet aleyhinde ta en çirkin ve en şenî / en fena şeylere kadar nakledilir, meşhur olur / herkesçe bilinir.

     “Halbuki muarazaya / sözle mücadeleye dair Müseylime-i Kezzab’ın / peygamberlik iddiasında bulunan yalancının bir iki fıkra, hikâyecik ve şiirinden başka bir şey nakledilmemiş. O Müseylime’ de, çendan / gerçi belagat / kusursuz söz söyleme varmış, fakat hadsiz / sınırsız bir hüsnücemale / güzelliğe malik ve sahip olan beyan-ı Kur’an’a / Kur’an’ın beyanına nispet edilince; Kur’an’la karşılaştırılınca Müseylime’nin sözleri ancak hezeyan / saçma sapan konuşma sûretinde tarihlere geçmiştir. İşte Kur’an’ın belagatindeki / sözün düzgün, güzel olmasındaki i’caz / mucizelik, kat’iyyen / kesin olarak O’na erişilmezlik sağlıyor. İki kere iki dört edercesine  bu gerçeği te’yîd ediyor / doğruluyor.”