Yer küre üzerindeki sayısız şehirlerin içinde yalnızca birini görmek için sabırsızlanıyorum; Lyon! Küçük Prens ile tanışma şerefine nail olan pilotun memleketi… 

Bahse konu pilot, Antoine de Saint-Exupery. Yalana gerek yok, ben bu ismi hiçbir zaman telaffuz edemedim. Küçük Prens’in vermiş olduğu samimiyet bir yana, “insanların telaffuzunda zorlandığı isme sahip olma” laneti yüzünden de hayli yakın hissediyorum bizim pilota… 

Kendisi, zor bir hayatın kahramanı. 1900’ün Haziran ayında, beş kardeşin üçüncüsü olarak geliveriyor dünyaya. Babasının ölümünün ardından ailesinin hızla fakirleşmesi ve okuldaki başarısızlığı, annesinin yoğun ısrarlarıyla birleşip denizcilik okuluna kaydolmasına sebep oluyor. Sonrasında hasbel kader mimarlık fakültesine atıyor kapağı. Fakat talihsizlik bu ya, eğitimini henüz tamamlayamadan orduya çağrılıyor. Yirmili yaşlarının başında, Fransız Hava Kuvvetleri’nde teknisyenlik yaparken, bir yandan da pilotluk eğitimi almaya başlıyor. Askerliğinin sona ermesiyle iş sıkıntısı çeken pilotun bir iki ticari girişimi oluyor fakat dikiş tutturamıyor…

Yazı yazmaya da ufaktan başlayan pilot için 1926 inanılmaz mühim bir tarih. Çünkü yeniden uçmaya başlıyor. Posta uçağına pilotluk ediyor evvela. O sıralarda ilk kitabı olan “Güney Postası’nı” noktalıyor. Ardından Arjantin’e gidiyor görev icabı. Kısa Arjantin yaşantısını anlattığı “Gece Uçuşu” adlı romanından sonra Paris’te evleniyor. Cahit Sıtkı’nın yolun yarısı olarak işaret ettiği yaştayken, uçağının arıza yapmasından ötürü Tunus’ta çöle zorunlu iniş yapmak zorunda kalıyor ve dört gün boyunca çölde mahsur kalıyor. (Çöl bedevilerinden biri bulmuş kendisini. Sakın o bedevi bizim küçük prens olmasın?!) İspanyol İç Savaşı’nın patlak vermesiyle muhabirliğe soyunuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’nın işgali kalbini çok kırmış olacak ki, doktorlarının tüm itirazına rağmen sağlık sorunlarını hiçe sayarak orduya dahil oluyor. Fransa’nın yenilgisi, bizim pilotu ABD’ye sürüklüyor.  ABD’de iken “Dünya ve İnsanlar” ile “Savaş Pilotu” olmak üzere iki kitap daha kaleme alıyor. Yine aynı dönemde, kalbime kazık gibi saplanan yüz sayfalık kitabı yazıyor. (Elbette Küçük Prens’ten bahsediyorum.)

son demlerini Fransa’nın işgal altında olmasına kahrolarak geçiren pilot, dayanamayıp ABD ordusuna dâhil oluyor. 1944’te Marsilya açıklarında uçağının vurulmasıyla, -henüz o vakitler dünyaya adım atamamış olsam da- hayatımı en çok etkileyen insanlardan biri olarak hayatını kaybediyor…

Kalbimi hançerleyen adam Antoine de Saint-Exupery, kitabın başında üç çizimle karşılıyor okurunu. İlk resimde, avını yutmak üzere olan bir boa yılanı tasvir ediliyor. İkinci resimde fil yutmuş bir boa yılanı var. Üçüncü resimde ise, kinci resmi anlayamayan büyükler için boa yılanının içinin de göründüğü bir resim bulunuyor. Kitabın sonlarına doğru, fil yutmuş boa yılanı çizimlerini insanlara gösterip, “ne görüyorsunuz” diye sorduğundan bahsediyor bizim pilot. Çizimleri “şapkaya” benzetenler ve “bunların boş iş olduğunu düşünenlerle” gündelik hayattan, siyasetten konuştuğunu(tıpkı yetişkinler gibi); resimlerin boa yılanlarına ait olduğunu anlayıp heyecanlananlarla(ki inanılmaz bir azınlıktan bahsediyor) daha “derin” mevzularda konuşabildiğini anlatıyor… Ben de tanışıp, önemsediğim herkese Küçük Prens okumasını tavsiye ediyorum. Eee diyorum sonra, nasıl buldun? “Bu çocuk kitabı” diyenlerle ilişkilerimi “ikinci katip seviyesine” çekiyorum mecburen. Bu yazı da okurlarına kitap tavsiyesi mahiyetinde. Bundan dolayı yazarın neden kalbimi hançerlediğine dair en ufak bir şey yazmadım. Aynı hislere sahip bir okur çıkar belki, kim bilir?