Geçse de yolumuz bozkırlardan 

                                               Denizlere çıkar sokaklar.

Sokak duvarında yazılıydı.

Haklıydı üstelik. Tüm karanlıklar aydınlığa açılıyordu. Sadece doğru zamanda açılacağını bilerek sabırla beklemek kalıyordu bize. Az daha mutlu oluyordum. Neyse ki geçti diyordu içimden bir ses. Kulak vermeli miydim, vermemeli miydim? İkilemde kalmıştım. Mutlu olmaktan korkar hale gelmiştik. Neyse ki geçmişti. Kaldığımız yerden mutsuz olmaya devam etmeliydik. Ancak böyle mutlu oluyorduk!

Yalnızlığın bir usulü, adabı olmalıydı. Gidenler geri dönmemeli, sevmiyorsa çekip gitmeliydi. Çünkü sevmek fallardan ve papatyaların ihtimallerinden çok daha kati bir eylemdi. 

Kalp kendisini soğumaya bırakırsa ısınması neredeyse imkânsızdı. Dikiş tutmazdı. Kan oluk oluk yalnızlığa akardı. Biriken yalnızlıktan bir insan doğardı. Unutmamalıydı seven ya da sevilen; Kalbi soğuyanı dili de soğurdu. Oysa her çocuk aynı masumlukla bakmaya başlardı hayata. Çocuk bahçeleri eşit bonkörlükle sunuyordu hediyelerini. Peki, sevginin ayrımını nereden öğrenmişti? Sevgiyle nefreti doğuran his aynıydı. En önemli duygunun his olduğunu bildiğimiz halde niçin hissizleşiyorduk? Soğumaya bırakmıştık kalplerimizi? Metal soğukluğundaki gülüşlerin ardına gizlenen buzullar nasıl çözülecekti?  Oysa çocuklar hiçbir şeyi unutmazdı. İyiyi de kötüyü de. Özellikle de iyilik unutulmazdı. Çünkü kalplerinin gözleri sevgi hazneleriyle doludur. Kulakçık, karıncık ve kalpçiklerle doluydu. Kalpçikler büyüyünce kalbe dönüşüyordu. Kalbin içine vefa doluyor, sevda, haset, özlem, vuslat doluyordu. İşte o an devreye kulakçıklar ve karıncıklar giriyordu. Güzel duyguları çirkinliklerle değiştirmeye çalışıyordu. Tıkır tıkır, ipeği işler gibi işliyordu. Kozasını ören böcek gibi işliyordu. Durmadan, bıkıp usanmadan işliyordu. Heveslerini de katıyordu içine. Umudunu, heyecanlarını, dileklerini, duygularını ekliyordu. Ne zaman yürek yorulmaya başlarsa devreye kötülük giriyordu tüm karanlığıyla. Ve yürek boğuluyordu.  

Sevda kaçsın çayınıza.