GELENEK VE ŞİDDET..

Kültürümüzü zenginleştiren, farklı ve değerli kılan, olumlu geleneklerimiz olduğu gibi, bugün yaşadığımız pek çok sorunun, özellikle mutlu günlerimize ait bazı adetlerin, başta erkek şiddeti olmak üzere, sorunlu namus anlayışımıza etkisi olduğuna inanıyorum.

Milli kültür açısından geleneklerimizi değişmez, tartışılmaz, terk edilemez tarihsel deneyimler olarak kabul eden ve baştan bu düşüncemi ret etmeye eğilimli okurlarımı yazının sonuna kadar sabır göstermeye ve düşünmeye davet ediyorum.   

Kadına karşı işlenen şiddet suçları ülkemizde olduğu gibi pek çok ülkede son derece yaygın. Örneğin 2019 yılı içerinde Fransa’da 100 kadın öldürüldü. Fransa, en fazla kadın cinayeti işlenen Avrupa ülkelerinden biri. Fransa'yı Almanya, İsviçre, İspanya ve İtalya takip ediyor. Bununla ilgili pek çok istatistik ve akademik araştırmada mevcuttur.

Ülkeden ülkeye sebepler değişse de değişmeyen şey, kadınların fiziksel, cinsel ve ruhsal şiddete devamlı maruz kaldığı gerçeğidir.

Ülkemizde işlenen cinayetler içinde, aile içi cinayetlerin sayısındaki hızlı artış, kadın cinayetlerini ısrarla tartışmamıza ve çözüm önerilerini düşünmeye bizleri zorluyor. Bu tartışmayı da yaparken başka ülkelerin istatistikleri ve nedenlerine değil, ülkemizin gerçeklerine bakmak gerekiyor.

Emine Bulut cinayeti ile tekrar tartışmaya açılan şiddet olgusu aslında hep vardı ve devam ediyordu. Emine Bulut cinayetini biraz daha farklı kılan ise cinayet görüntülerin yayınlanması ile birlikte şiddet ile yüz yüze gelmemizin yarattığı travmadır. Görüntülerin etkisi o kadar fazla ki, hep var olan ama görmek istemediğimiz, kafamızı çevirdiğimiz şiddet ile bizi yüzleşmek zorunda bırakıyor. Oysa Bulut cinayetinden bir gün sonra Bafra’da işlenen kadın cinayeti veya diğer illerde peş peşe işlenen cinayetler görsel vicdanımızda yer bulamadığı için aynı tepkiyi de yaratamadı. 

Genel olarak cinayetler husumet, alacak verecek meseleleri, trafik tartışmaları, arazi anlaşmazlığı ve miras gibi mala bağlı sebeplerle işlenirken, kadına karşı işlenen suçların nedenleri genel suçlar açısından farklılık gösteriyor.

Ülkemizde kadın cinayetleri incelendiğinde, Afrika ve Ortadoğu ülkeleri ile bir benzerlik göze çarpıyor. Namus… 

Namus kavramının bu coğrafyada nedense sadece kadının iffeti üzerinden tanımlanırken, kadının namusu hakkında söz söyleme hakkı hep erkekte ve sosyal çevrede oluyor. ‘’Kirlenen namus’’ erkeğin, ailenin hatta mahallenin namusu olarak görülüyor ve temizlenmesi yine kadının bedeni üzerinden gerçekleşiyor.

Bu nedenle de katiller genellikle oğul, erkek kardeş, hatta erkek akraba ve daha çok mevcut veya eski eş/erkek arkadaş oluyor.

Kemal Sunal ile Perihan Savaşın başrolde oynadıkları ‘’Keriz’’ filminde bir sahne var. İzleyenler hatırlayacaktır. Köy kadınları dere kenarında çamaşır yıkarken ağanın atını başka bir yere bağlamak isteyen genç kız, atın başını okşayarak namussuzluk yaptığı gerekçesi ile suçlanıyor, kız ve ailesi köyü terk etmek zorunda kalıyordu. Zülfü (Kemal Sunal) ise namusu temizlemek üzere peşlerinden şehre gönderiliyor. Film bu minvalde ilerliyor. Pek çok örnek olmasına rağmen, bu anlamsız bir örneği özellikle seçtim. Gülüp geçtiğimiz bu film, namus anlayışımız aslında dramatik gerçekliğidir.

Yapılan bir araştırmaya göre kadınların namusları ile ilgili yanlış anlaşılmalara sebep olabileceğinden korktukları şeyler tespit edilmiş. Bakın neler var:

Cüzdanında 5 saniyeden fazla para aradığında parasının olmadığının, bacağı kaşındığında, güldüğünde, sağa sola baktığında cinsel arzularının harekete geçtiğinin (arandığının) zannedilmesi,

Sosyal medyada bir erkeğin fotoğrafını beğendiğinde ondan hoşlandığının zannedilmesi,

Bekâr kadınların evlerinde besledikleri köpeğin gece havlaması halinde, komşuların eve yabancı bir adamın geldiğini düşünmeleri,

Bir kafe, bar, restoran veya konsere tek başlarına gittiklerinde sevgili aradıklarının zannedilmesi gibi pek çok sebep namussuz sayılmaktan korkan kadınların dikkat ettiği şeylerdir.

Bir kadın için namuslu olmak iffet, bekâret ve sadakatle ilişkili iken, genç bir kızın bir delikanlıya gönül vermesi, el ele tutuşmamış dahi olsalar namussuzluk oluveriyor. Özellikle Batman ve Şanlıurfa gibi illerimizde intihar süsü verilmiş, bu nedenden kaynaklı cinayetlerin sayısı oldukça fazladır. Bu durum erkek için hiçbir zaman söz konusu olmuyor, hatta övünülen bir şey olarak sunuluyor.

Bir erkeğin namussuzluğu bedeni üzerinden değil de, güvenilmez oluşu ile ilgili bir olgu olarak kalıyor.

İşte burada geleneklerin kadına biçtiği rol devreye giriyor. ‘’Evlenen kadın, baba evinin kapısından bir defa çıkınca ancak cenazesi döner’’ yaklaşımı kentleşme, kadının ekonomik ve hukuksal alanda elde ettiği hakları ile birlikte değişiyor.

Kadınlar boşanmak ve ayrılmak istediklerinde, geleneklerin kalıplarını kırıyorlar. Oysaki geleneğin işinde şekillenmiş erkek kendini aşağılanmış hissediyor ve gurur kırıklığı ile yetersizlik hissine kapılıyor.

Bir araştırmada okumuştum. Boşandığı eski eşini ve kadının yeni kocasını öldüren zanlı ifadesinde,          ‘’evlendiği adam benden çirkin ve fakirdi’’ diyerek içinde bulunduğu, kıskançlık, aşağılanma, utanç, horlanma ve değersizlik hislerinin ortaya koyuyordu.

Peki! Bu ret edilmeyi sindiremeyen erkek hangi şartlarda yetişiyor, erkekler kolaylıkla kan dökebilecek bir hale nasıl geliyorlar?

İşte bu noktada geleneksel törenlerimiz etkisinin yadsınamayacak kadar etkili olduğunu düşünüyorum. Tabi bu yaklaşımın cinayetlere olan etkisi ancak bilim insanlarımızın araştırmaları ile ortaya konabilir. Benim ki sadece akıl yürütmedir.

Özellikle doğumla başlayan sünnet töreni, askere gitme ve evlilik törenleri ile süren geleneksel işleyişin erkeklik gururunu gereğinden fazla şişirdiğine inanıyorum.

Yeni doğan kız çocuğuna pembe, erkek çocuğuna mavi elbise seçimi ile başlayan cinsiyetleri ayrıştırma ve rol belirleme süreci hayatın her devresinde sürüyor.

Görev yaptığım bazı taşra şehirlerinde küçücük kız çocuklarının kendisinden birkaç yaş büyük erkek kardeşlerinin elini öpmeye zorlandığına şahit olmuştum. Bu el öpme faslı evlenince kocanın elini öpmeye varıyor. El öpmek bir saygı ve sevgi göstergesi değil, itaat ve bağlılık göstergesidir.

Özellikle doğu illerinde kardeş sayısı sorulduğunda sadece erkek sayısının verilmesi, kız kardeşlerin sayıya dâhil edilmemesi, evlendiği zamanda karısını adam yerine koymamak olarak kendini gösteriyor.

Uzun yol şoförü olan bir dostum yolculuğa çıkmadan önce dokuz yaşındaki oğlu ile şöyle vedalaşıyordu; ’’oğlum ben dönünceye kadar evin erkeği sensin, anneni ablanı üzme, onlara göz kulak ol’’. İşin ilginç yanı çocuğun rolünün gereğini kavrayarak, maço bir ruh haline bürünüp, ev içinde efelenmeye başlaması idi. Bu durum bazen annenin işine geliyor,  bakkala gönderemediği çocuğuna ‘’oğlum sen evin erkeğisin, sen varken ablanı mı göndereyim? Ne kadar ayıp ‘’diye bu durumdan faydalanıyordu.

Evin reisinin veliahttı olan çocuk, ‘’artık erkek olacaksın’’ pohpohlanması ile ilk toplumsal başrolünü sünnet düğününde alır. Mahallenin ve akrabaların bir günlük de olsa tüm ilgisi bu ‘sözde’ erkekliğe geçiş evresindeki çocuğun üzerindedir. Bizim çocukluğumuzda var olan at üzerinde veya faytonla gezdirme âdeti zamanla yerini süslü, üstü açık araçlara, ‘’yumurtanın yarısı… ‘’ diye devam eden çocuk seslenişi, bitip tükenmek bilmeyen korna seslerine dönüşmüş, çocuğun eline verilen mantar tabancalarının yerini zamanla havai fişekler ve en pahalı düğün hediyesi olan kol saati yerini de cep telefonuna bırakmıştır. Buda çağın şartlarına uygun bir değişmedir. Ancak değişim ne şekilde olursa olsun geleneğin olumsuz etkisi hiç değişmiyor.

Şimdi birde yeni moda, Yeniçerilerin taşıdığı taht üzerinde salona getirilen, sultan kıyafeti giydirilmiş, reis edası ile sağa sola el sallayan, erkek çocuğunun kişilik gelişimini ve cinselliği üzerinden tavan yaptırılan egosunu siz bir düşünün…

Bir de sünnet düğünü arabalarına ‘hey kızlar erkek oldum’, ‘geliyorum kızlar’ gibi babasının bilincinden fırlamış yazıların takılması, erkeklerin içinde bulunduğu ruh halini anlamak açısından ibretlik örneklerdir.

Burada geniş bir parantez açarak şunu da belirtmeme gerek var. Gaziantep gibi bazı illerimizde sünnet âdeti çocuk üç yaşına varmadan törensiz bir şekilde yapılıyor ve düğün yapmak ayıp sayılıyor. Ancak başta şiddet olmak üzere kadınların yaşadığı daha ağır sorunlar bu bölgemizde de yaşanıyor. Yani sorunun kaynağı tek başına sünnet düğünüdür demek tabi ki mümkün değil. Ancak erkeği, kadına şiddete yönlendiren kültürel ve sosyolojik yapı ile bunun içinde geleneklere dikkat çekmek istiyorum. 

Cinsiyetin kimliğin farkına varılması ve bir evre olarak değişimin en somut göstergelerden birisi olan kız çocuklarının ilk adet görmeleri ise gizlenen, üzerinde konuşulmayan ve ayıp kabul edilen bir durum olarak gelenekte kendine asla yer bulamaz. (Bulmamalı da. Ne sünnet düğünleri, nede kız çocuklarının cinsel kimliklerini ile övünecekleri herhangi bir törensel şey gelenek olarak kabul edilmemelidir)

Şimdi soru şu; Daha çok, ebeveynlerin gururunu okşamak ve erken yaşta şişirilen, hastalıklı erkeklik egosuna katkısı dışında sünnet törenlerinin, milli kültüre herhangi bir katkısı var mıdır? Bu hali ile bir gelenek olarak sürdürmeye davam etmeli miyiz? Yoksa sadece dini gerekçelerle, tıbbi bir müdahale ile yetinilmesi daha doğru bir yöntem olmayacak mıdır?

Başka bir örnek daha vereyim;  Asker uğurlama törenleri;  kır/taşra geleneği açısından oldukça olumlu ve gerekli olan bu törenler, edilen dualar, hediyeleşmeler, bayrak gezdirme ve köy meydanlarında yapılan toplu yemek ve uğurlamalar ile kültürümüz açısından gerçek bir değer idi. Halen Balıkesir gibi bazı illerimizde bu gelenek gayet güzel yaşatılıyor. Ancak kentleşmenin ve yozlaşmanın bir sonucu olarak dönüştüğü hal itibari ile artık bir gelenek olarak kabul edilebilir mi? 

Kaputlarına bayrak asılmış araçlarla, trafikte her türlü kuralı çiğneyerek yapılan konvoyları, havaya zıplatılan gençleri, sıkılan mermileri nasıl gelenek olarak değerlendirilebiliriz? Köydeki asil halinden, kentte kaba erkeklik gösterisine dönen bu nobran, bu çirkinliğe gelenek diye tahammül etmeli miyiz? Veya cidden böyle bir gelenek var mı?

Ve tabi ki evlilik törenleri. İyi günde kötü günde bir olacak iki insanı, ömür boyu bir çatı altında birleştirmekten, bir sevgili dostumun söylediği gibi iki yarımdan(yârimden),bir tam(dam) olma değil de, mal, eşya olarak kızın önce beğenilmesi ile yani KIZ İSTEME ile başlayan süreçtir.

Genç kızın elindeki kahve tepsisi ile görücüye (bence jüri oylamasına)  ve erkeğin ailesinin beğenisine sunulmasına veya kız tarafının damat adayının ekonomik gelişmişliği ile yeterliliğini ölçmesine, vazgeçilmez ve olmazsa olmaz bir gelenek olarak devam etmek zorunda mıyız?

KIZ ALMA töreni? Kızın namusunun babadan kocaya devir töreni. Bir dostum anlatmıştı; Damat’a, kızın babası şöyle diyor ’’Oğlum senin sırtına öyle bir çuval yükledik ki, sırtından atarsan pisliği sana da sıçrar bize de’’ anlayışa bakamısınız? Korkunç ve kötü bir teşbih.

Sonra kocasına kurban olma mesajı içeren ‘’Kına gecesi’’. Namusu simgeleyen duvak, bekâreti simgeleyen ve baba, abi tarafından gelinin beline bağlanan kırmızı kurdele kuşak…

İlk gece sonrası bekâretini çarşafla belgeleme ilkelliği, bir gelenek olarak kadına nasıl bir rol biçiyor? Bu bekâreti ispat yükümlülüğü ne kadar büyük bir aşağılama. Kaç kızımız tıbbi nedeni dahi araştırılmadan bu sebeple katledildi? Yazık!

Erkeğin güç gösterisi olan düğün öncesi ve sonrası araç konvoyu. Bol korna, bol trafik kuralı ihlali, bol başkalarının hakkını, özgürlüğünü gasp etme.

Bu anlamsız ve sonradan icat konvoy işini her türlü yasa bulunmasına rağmen ülkemizde engelleyemedik, engelleyemiyoruz. Gel gör ki bu utanılacak çirkinliği sadece yurt içinde değil yurt dışında da yapmaya devam ediyoruz. Almanya’da, Hollanda’da, Belçika’da gelenek ve kültür adı altında yapılan bu konvoyların en sonuncusunda müdahale eden bir polis darp edildi.

(Gelin bir hayal edelim; Suriyeli göçmenler, Suriye bayrağı takılı, kırk, elli araçlık bir konvoyla örneğin Adnan Menderes bulvarında, düğün konvoyu yapsa, trafiği kapatsa, yolda durup halay çekse, üstüne bir de Türk polisini darp etse neler olur? Neyse konuyu dağıtmayayım)

Düğün konvoylarının geleneklerimizden olduğu ve kültürümüzün bir parçası olduğu savunulabilir. Ancak çağın ve hukukun gereklerine uymayan bir eylemi yurt dışında veya yurt içinde, sırf gelenek diyerek sahip çıkmak ve uygulamak bir yönü ile ilkellik ve yaşadığı topluma saygı duymamanın bir göstergesi değil mi?

Ve tabi ki. Erkekliğin şanı, olmazsa olmazı her koşulda silah kullanmak, havaya mermi sıkmak. En son Antalya’da havaya mermi atan damat adayı, kendisine müdahaleye gelen bekçilere de ateş açtı ve çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Şimdi buna üzülelim mi? sevinelim mi? Hayır ne üzülüyorum, ne seviniyorum. Bu kültürle şekillenen bir genç ile evlenecek olan geline acıyorum. Böyle başlayan bir evliliğin geleceği şiddet değil de nedir?

Ve Suriyeli’ göçmenlerin gelişi ile özellikle Güneydoğu illerimizde yeniden canlanan ‘’Kuma getirme’’. Eşinin tecavüzüne uğrayan bir kadın, yapılan röportajında kendini o anda kendini ’bir kutu, değersiz bir eşya’ gibi gördüğünü söylemişti. Üzerine kuma getirilen bir kadının kendini hissedeceği şeyde budur işte. Değersiz bir ‘Kutu olma’. Soru şu; bu gelenek midir? Kimin geleneğidir? Hangi erkek sosyal roller değişse, böyle bir geleneği kabul eder? Bu tür bir eylem, neden şiddet olarak kabul görmez?

Başlık parası veya berdel gibi kitaplarda kaldığını düşündüğüm adetlerin, tarihin çöpüne gitmiş olmalarını gereksiz ve kötü geleneklerin terk edilebildiğine örnekler olarak vermek istiyorum. Umarım yanılmıyorumdur.

Konumuz ile doğrudan ilgisi bulunmasa da Gümüşhane’de yıllardır süren ve basına yansıması ile öğrendiğimiz ‘’civciv çıkartma’ âdeti gibi pek çok sorunlu geleneğin bir an evvel son bulması sizce de gerekmiyor mu?

Değerli okurlar; çocuklarımızı şiddetin, cinsel sömürünün olmadığı bir aile hayatına hazırlamak istiyorsak, şiddeti yaratan ve cinsellikleri üzerinden rol biçen geleneklere dur demeli ve köhne adetleri ret etmeliyiz. Kadını ve erkeği eşitleyen güzel gelenekler yaratmak elimizde. ’’Erkektir yapar’’ yaklaşımını oğullarımızın zihninden silip atmalı, Kızlarımıza ‘’Erkeğin elinin kiri’’ olmadıklarını öğretmeliyiz. Haydi! Şiddetle mücadeleye buradan başlayalım. Sağlıkla kalın.