Dünyada ve Türkiye’de çeşitli kadın kuruluşları, kadınlara yönelik şiddetin artmasını protesto ediyor ve yöneticileri tedbir almaya çağırıyorlar. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da birçok ülkedeki birer gazeteye demeç vererek, “Bu yıl, tüm dünyada pek çok kadına ve genç kıza yönelik tacizleri bitirme sözümüzü yenileyelim” çağrısında bulundu.
Clinton’ın bahsettiği söz, BM’nin “Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi” olmalıdır. Belirtilen bildirgenin tarihinin 20 Aralık 1993 olmakla yirminci asrın sonlarına tekabül etmesi, insan haklarının bir hayli ilerlemiş olduğu bir dönemde bile, o utancın yaşanmakta olduğunu göstermektedir. Esasen içinde bulunduğumuz yirmi birinci asırda da hemen her gün medyada yer alan haberlerden, dünyanın her bölgesinde aynı utancın zaman zaman öldürmeye de varan ölçüde yaşanmakta olduğu bilinmektedir.
Durum, kadınlar aleyhine o derece aşırıdır ki, insan hakları gereği herkesin birbirine şiddet uygulaması yasak olduğu hâlde, özel olarak kadınlara karşı şiddeti önlemek için kanunlar bile çıkarılmıştır. T.C. Anayasasının 41. maddesi ile de devlet, ailenin huzurunu özellikle ana ve çocukları korumakla görevlidir.
Aile huzurunda özellikle ana ve çocukların korunmasının esas alınması, şüphesiz ki şiddetin genellikle koca ve baba tarafından yapılmasındandır. Nitekim Uluslar arası Af Örgütünün 2004 yılında yayınladığı rapor, tüm dünyada cinayete kurban giden kadınların %70’inin eşleri tarafından öldürüldüğünü bildirmiştir.
ABD’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri tarafından geçen yıl 9 bin kadınla yapılan ankete katılan kadınların 1/4’ü, eşleri veya erkek yakınları tarafından dövüldüklerini, bıçaklandıklarını söylemişler.
Durumun vahametini göstermek için özellikle ileri ülkelerden örnekler verdik. Aynı konuda Türkiye’deki durumun da iç karartıcı olduğu zaten bilinmektedir.
FERTLER NORMAL, TOPLUMLAR HASTA(?)
Tüm dünyada yaygın olan ve maalesef bir türlü önlenemeyen kadına şiddet konusuna bireysel cürüm ve ruh hastalıkları açından bakmanın yeterli olmadığı anlaşılmaktadır. Konuya sosyal patoloji açısından bakıldığında, o dehşet verici icraatların toplumların tarih boyunca geliştirdikleri değerlerden de kaynaklandığı görülmektedir. Kadının sadece cinsel tatmin aracı olarak görülmesi, diğer bakımlardan güvenilmez aşağı bir kişilikte kabullenilmesi nerdeyse bütün dünyanın ortak kültür ‘norm’larından olmuştur. Bu yüzden, o insafsızlıkları yapan bireylerin o normlara uymakla gayet ‘normal’ olduğunu, suçluluk ve hastalık şeklindeki anormalliğin ise çoğunlukla toplumların anlayışlarında olduğu söylenebilir.
Bu durumu belli eden bir husus, kadına yönelik şiddetin sadece erkek marifeti olmadığı, “kaynana şiddeti”nin de yaygın olduğudur. Kadına yönelik şiddete karşı konuşulurken, nedense tüm dünyaca bilinen bu husus unutulmaktadır. Gelinini, oğluna ve kendisine hizmetçi gibi gören, o hizmetini de asla beğenmeyen ve oğluna “Boşa gitsin, sana daha iyisini bulurum” diyen kayınvalide tipi çok yaygındır. Hatta insan haklarının pek ilerlemediği ülkelerde, gelinin getirdiği çeyizi beğenmeyince ölüme varan ‘cezalar’ veren kaynanalar olduğu da duyulmaktadır.
Bazı Asyalı toplumların geçmişinde, kız evlada öldürmeye varan tepkiler gösterilmesi; bazılarında bir utanç göstergesi olarak hiç evladı olmayan ebeveynin kara çadıra, kız evlatlıların kırmızı çadıra yerleştirilmesine karşılık, erkek evlatlıların bir övünç göstergesi olarak beyaz çadıra yerleştirilmesi gibi uygulamalar, kadını aşağı tutan sosyal normlara örneklerdir. Ortaçağ Avrupa’sında da kadının, “tehlikeli, şeytanî” görülerek nefret edilen konumda tutulduğu bilinmektedir. Yeni ve yakınçağlara da miras kalan o konumu kadınların da aynen kabullendikleri görülmektedir. Merhameti bir zaaf olarak ele alan Nietzsche’nin düşüncesinde yaşlı bir kadının Zerdüşt’e yaptığı nasihatte o durum açıkça görünür. Kadın, “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma” demiştir. Ahlak anlayışını merhamet üzerine temellendiren Schopenhauer bile, “Kadınlar erkeklerden üç kat daha fazla yalan uydurdukları hâlde onlardan çok daha dürüst görünmeyi başarırlar” demektedir.
Genel olarak şiddeti onaylayan, “İnsan, can korkusu taşıdıkça iyidir” şeklindeki Ortaçağ Avrupa’sına ait atasözünün en fazla mağdurlarının da en kötü olarak kabul edilen kadınlar olması tabiidir. Türk atasözleri arasında da “Kızını dövmeyen dizini döver” ve “Kadının karnında sıpayı, sırtında sopayı eksik etme” gibi tembihata rastlanır.
Doğudan-batıdan verilebilecek bütün bu gibi örnekler, kadına yönelik şiddetin çoğu defa sosyal normlardan kaynaklandığını, dolayısıyla bir toplumsal hastalık ürünü olduğunu göstermektedir. O hâlde konu bireysel cezaî uygulamaların yanı sıra toplumsal zihniyet değişikliğini de gerektirmektedir. Dinlerin ve laikliğin de bu konuda söyleyecek sözleri vardır. Onlar da yarınki konumuz olsun.