Sanki millî - mânevî birçok hasletlerimizi küstürmüşüz kendimize! Onlar da birer birer gitmişler, sığınmışlar yâdellere. Kadirşinas, kadir-kıymet bilir başka milletlere. Hayatiyetlerinin yolunu, onların eliyle devam ettirmekte bulmuşlar.

Bugün bizler kaçırdığımız, fakat başkalarının sahip çıktığı o güzellikleri yeniden kazanmak için çırpınıp duruyoruz. O haslet ve huyların şimdiki sahiplerine gıpta ediyor. Onlar gibi olmaya can atıyor. Onları kendimize örnek almaya çalışıyoruz.

“Hikmet müslümanın yitiğidir. Nerde bulsa almalı.” anlamına gelen Peygamberimizin sözünü hatırlıyorum. Şimdi bizler bunu yapıyor, kayıp malımıza sahip çıkıyoruz. Ne diyelim zararın neresinden dönülse kârdır.

Çünkü bir şey tamamen elde edilmezse, büsbütün de terkedilmemeli. Herşeyin alınacak tarafı da vardır, atılacak yanı da. Ama biz bir zamanlar böyle yapmadık. Sapla samanı birbirine karıştırdık. Bazı şeylerin tümünden vazgeçtik. Kurunun yanında yaşı da yaktık.

Bir elemeye tâbi tutmadık. Allahtan, bazı hatalardan, aşırı gidişattan dönüldü. Çünkü “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” Meselâ dilde çok ileri gidilmişti. Bunun farkına varıldı ve mutedil olan orta yola dönüldü.

Mustafa Kemal, daha birçok aşırılıkların farkındaydı. Fakat düzeltmeye ömrü vefa etmedi. Yine de bazı hususlarda geri adımlar atarak, bizlerin örnek alacağımız girişimlerde bulunmuştur. Ki, bunların başında yukarıda belirttiğimiz gibi dil konusundaki uygulama gelir.

Nitekim anlaşılmıştır ki, bir dilde yabancı kaynaklı kelimelerin olması kaçınılmazdır. Tabi bunu söylerken bugün yersiz ve lüzumsuz olarak Türkçe karşılığı olan yabancı kelimeleri kullanmak doğrudur demek de istemiyoruz.

Yanlış, mahzurlu ve sakıncalı olanı ise dile yabancı gramer / dilbilgisi kaide ve kurallarının girmesidir. Dili asıl bunlardan ayıklamak lâzımdır. Zaten Osmanlı aydınlarının yapmak istedikleri de buydu. Dili, Türkçe olmayan kaide ve kuralların tasallutundan, dilde yer almasından kurtarmak.

Neyse biz sadede gelelim ve asıl konumuza dönelim. Kaybettiğimiz, yokluğunu acı acı hissettiğimiz bir hasletimiz, bir tabiatımız vardı. Verilen sözde durmak. Söz verildiyse, Allahtan bir mâni / engel olmadıkça mutlaka yerine getirmek. Çünkü “El-va’dü ke’d-deyn.” Yani söz, borç gibidir. Borcu nasıl ödemek gerekirse, verilen sözü de muhakkak yerine getirmek icap eder.

Ve tabii, tam vaktinde söz verilen yerde bulunmak lâzım. Biz bu hususta, yazık ki çok gevşek ve duyarsızız. Hem çok zaman sözümüzde durmuyor. Durunca da zamanında istenen yerde bulunmuyoruz. İki taraf için de çok değerli olan zamanı boşa harcamış oluyoruz. Oysa geçmişimiz, sözde durmanın önemi hakkında altın örneklerle doludur:

Hz. Muhammed gencin biriyle bir yerde buluşmak için sözleşir. Belirlenen gün ve zamanda, Peygamberimiz oraya gider ve bekler. Fakat ne gelen vardır ne giden. Genç unutmuştur. Üç gün sonra aklına gelir. Koşarak sözleşilen yere gider. Ve Hz. Muhammed’i kendisini bekler vaziyette bulur.

Mehmet Akif, kararlaşılan bir gün arkadaşının evine gider. Fakat onu evde bulamaz. Vakit gecedir. Yağmur yağmaktadır. Fırtına vardır. Boğaz geçilecek gibi değildir. Bu havada nasılsa gelemez diye, arkadaşı evde beklememiş bir komşuya gitmiştir. Akif, buna çok kızar. Ve bundan çok alınır. Allahtan bir mani olmadıkça, insan ne pahasına olursa olsun sözünde durmalı der ve arkadaşının evde beklemeyişini kolay kolay affetmez.

x

Üniversitede talebeyken bir Japon arkadaşım vardı. -Şimdi Japonya’da Türkolog profesör-

Onunla sık sık görüşüyordum. Onunla ilgilenmem biraz da İslâmiyeti anlatabilmek içindi. Çok güzel Türkçe konuşuyordu. Yine bir ayrılışımda: “İnşallah yarın yine burada buluşuruz.” dedim. Ne dese beğenirsiniz: “Desene dedi, yarın gelmiyeceksin!” “Hayır dedim, inşallah geleceğim.” “İyi ya işte ‘İnşallah’ dediğine göre geleceğin şüpheli demektir!” “Nedenmiş o?” dediğimde ise, şu acı açıklamayı yaptı:

“Çünkü, Türkiye’de insanlar ‘İnşallah’ diyorlar, sonra da sözlerinde durmuyorlar! Sen de, sözün başında ‘İnşallah’ dediğin için, her halde gelmiyecek, diye düşündüm.”

Başımdan sanki kaynar sular döküldü! Ne kadar üzüldüğümü bir Allah bilir. Meğer böyle kudsî bir kelimeyi nelere âlet ediyormuşuz! Ben de güya, Japon arkadaşımı İslâma ısındırmaya çalışıyordum.

Ona dilimin döndüğü kadar ‘İnşallah’dan ne anlamak lâzım geldiğini açıklamaya çalıştım. Fakat ne kadar başardım doğrusu bilemem.

x

İşte bu güzel huy ve haslet, elimizden çıkmış, Batı’nın titizlikle uyguladığı bir davranış biçimi olmuştur.

Kaderin garip bir cilvesi olsa gerek, Müslümanın her vasıf ve sıfatı iyi, doğru ve güzel olması gerekirken; bazen böyle olmuyor. Bu güsel vasıf ve niteliklere kimi zaman Müslüman olmıyanlar bürünmüş oluyor.

Bize de bunu onlardan tekrar geri almak kalıyor.