ABD’nin Irak’a karşı olası savaş hazırlıkları; bütün hızıyla devam ederken; Türkiye’de ve Dünya’da savaş karşıtı eylemler sürerken; Türkiye radyo ve televizyonlarında, savaşla ilgili olarak, müsbet-menfî konuşmalar yapılıyor, görüşler ileri sürülüyor, açıklamalar birbirini izliyordu (2003). Tabî basın da bundan geri kalmıyordu. Gazete ve siyasî dergilerde, yine çok değerli fikirler ortaya konuyor, çok kıymetli düşünceler ileri sürülüyordu. Her zaman istisnalar olacaktı tabii ki, saded dışı görüşler karşımıza çıkacaktı. Onları geçelim. Fakat ekseriyet ve çoğunluk olası Irak savaşı için çok mükemmel izahlar yapıyor, enteresan açıklamalarda bulunuyordu. Olayın öncesini sonrasını didik didik ediyorlardı. Her ihtimale göre olacaklar; halkın nazarına çok güzel bir şekilde, bütün çıplaklığıyla sunuluyordu. Ümit verici, kaliteli yorumlar yapılıyordu.

     Emekli elçilerimiz, emekli generallerimiz, o zaman eğitim ve öğretimin başında bulunan bütün ilim adamlarımız, kabiliyetli yazar-çizerlerimiz, genç beyinlerimiz tüm televizyonlarda; çok yerinde, isabetli, geçmişi irdeleyen, geleceğe ışık tutan konuşmalar yapıyordu. Gazete ve dergilerde enfes yazılar yazıyorlardı ki, Türkiye olarak onlarla ne kadar iftihar etsek, ne kadar sevinsek, ne kadar övünsek azdı. Hepsi istikbâl vâdediyordu. Milletçe istiklâl vâdediyorduk.

     Türkiye’nin böyle zinde, dinamik ve ileri görüşlü düşünen kafalara, fikir üreten beyinlere, pırıl pırıl zekâlara sahip olması; Türkiyemizin geleceği bakımından ne kadar rahatlatıcı, ne kadar huzur verici, ne kadar güven sağlayıcı bir durumdu. Düşünebiliyor musunuz dostlar?

     Emin olun böyle ilim adamlarına, böyle gençlere sahip olan bir Türkiye’ye hiçbir devlet yan gözle bakamaz. Hiçbir devlet dil uzatamaz. Hiçbir devlet göz koyamaz.

     Türkiye gerçekten sahiplerini bulmuştu. Türkiye hakikaten yarınlarından emin olabilirdi. Türkiye geleceğe güvenle bakabilirdi.

     Nitekim Türkiye, böyle mânevî potansiyellerden; hiçbir zaman tam mânasiyle mahrum kalmamıştır.

     Sevincimiz; o günkü kaos ortamında, bozuk yayınların sinir bozucu hengâmında, boşvermişliğin kol gezdiği atmosferde; bütün bu görünüşteki kötü şartlara rağmen; milletin kahir ekseriyetle, ezici çoğunlukla, dimdik ayakta, başı dik, arslanlar gibi, kendinden emin bir hâlde, geçmişini bilen, hâli anlayan, geleceği gören ve sezen vaziyette oluşu; iftihar verici, övülesi, göz yaşartıcı bir tabloydu. Millî bir görüntüydü. Tarihî bir manzaraydı. Böyle aydınlarımızın varlığı övünç verici, göğüs kabartıcı, gurur verici bir husustu.

     Öyleyse Türkiye yarınlarına güvenle bakmakta haklıydı. Türkiye yarınlara yelken açmakta kararlıydı. Bundan dolayı Türkiye kendisini, yakın çevresini, uzak çevresini ve dünyayı çok iyi ve yakından tanıyan beyinler sahibi olmakla ne kadar iftihar etse azdı. Ne denli kıvanç duysa yerindeydi. İşte bütün bunlardan dolayı, milletimizle övünüyor. Ordumuza güveniyor. İnsanımıza inanıyor. Dosta güven, düşmana korku salıyoruz.

     “Fıtrat değişir sanma, kan yine o kandır.” diye haykırıyor. “Âsımın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek.” hakikatini görüyor. Geleceğe; her şeye rağmen ümitle, sevinçle bakıyor, yarınların muştusunu şu beyitten alıyoruz:

     “Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hattâ,

     Çekmez  kürenin sırtı, bu tabut-u cesîmi.”

     Bu beyitten aldığımız ilhamla biz de diyoruz ki a yârenler:

     Dostu Allah olanın, düşmanı başaramaz.

     Kimse, Türk Milleti’ne yan gözle bakamaz.

     Göndere, al bayraktan başkası yakışmaz.

     Bu vatan, bu millet, bu devlet düşmez.

     Bilsin dünya-âlem, bu bayrak asla inmez.

     Bilsin cihânın dört bir yanı, bu ezan kat’a susmaz.

     Çünkü vermez toprağın altındaki şehidim, buna izin

     Vermez izin, toprağın üstündeki evlâdım da, bunu işitin.