- 1 -

     Kur’an’ın kalbi demek olan “Ey insan!” anlamına gelen, Hz. Muhammed ve onun şahsında tüm insanlara bir hitap, bir sesleniş olan Yâsîn sûresine kulak verelim:

     “(Kur’an) ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.” (Yâsîn: 6)

     “Onlara (Antakya olduğu söylenen) şu şehir halkını (Romalıları) misal getir. Hani onlara (mânen dirilsinler diye Hz. İsa tarafından gönderilen ve onun havarilerinden olan) elçiler gelmişti.” (Yâsîn. 13)

     “İşte o zaman biz onlara (Yuhanna ile Pavlus’u yani bir değil) iki elçi (birden) göndermiştik. (Elçiler bir elçinin tebliğ öncesi yapması gereken her şeyi yapmalarına rağmen) onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir  elçi (olarak Şem’unussafa’yı) gönderdik. Onlar (yumuşak bir dille) ‘Biz size gönderilmiş Allah elçileriyiz!’ dediler.” (Yâsîn: 14)

     “Elçilere dediler ki: Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahmân, herhangi bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.” (Yâsîn: 15)

     “Bizim vazifemiz (görevimiz), açık bir şekilde Allah’ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir, dediler.” (Yâsîn: 17)

     Dikkat edersek sadece tebliğ etmek, duyurmak, haber vermekten bahsediyorlar. Baskı yapmıyorlar. “İlle de inanmalısınız!” demiyorlar. “Siz bilirsiniz, bizden söylemesi, kabul edip etmemek size kalmış!” diyorlar. Yani akla kapı açıp, ihtiyarı / isteği, kabulü onlara bırakıyorlar.

     “(Bunun üzerine onlar:) Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, ant  olsun sizi taşlarız. Ve bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur, dediler.” (Yâsîn: 18)

     “(Tartışmaların dozu sürekli artıyordu. İnkârcılar tam şiddete başvuracakken) şehrin öbür ucundan (vicdan sahibi, imanlı bir yiğit) bir adam (olan Habibi Neccar) koşarak (nefes nefese)  geldi. (Her şeyi göze alarak) Ey kavmim! Dedi. Bu elçilere uyunuz!” (Yâsîn: 20)

     Gelen adamın ilk hitap tarzına dikkat edersek; kendisini hitap edilenlerden ayrı tutmuyor, kendisini onların dışında görmüyor. İnançsızlıklarından dolayı onları aşağılamıyor. Kendisinin de onlardan biri olduğunu evvelemirde / öncelikle nazara veriyor. Yani demek istiyor ki, ben mensup ve bağlı olduğum toplumun bir ferdiyim. Sizler de benim içinde bulunduğum toplumun birer ferdi / bireyisiniz.

     Yani bizler insan olarak hepimiz birbirimizin kardeşiyiz. Kardeşliğimizin ebediyyen sürmesini istiyor, bu yüzden elçilere benim gibi uymanızı canı gönülden arzu ediyorum. İnsan olarak kardeşliğimiz, inanç kardeşliğine de dönüşsün. Dönüşsün ki, ebediyyen beraberliğimiz devam etsin / sürsün. Çünkü hepimiz bir bütünün parçalarıyız. Parçaya gelen üzüntü, gam, keder hepimizi üzer. Hele de süresiz kalınacak bir yer olan Allah’ın ateşten otağı, beni dilhun eder / içim kan ağlar. Beni de manevi ateşler içine atar.

     Halkın, bu tebliğe karşı çıkışından ötürü perişan olan ve acılar içinde kıvranan adam: 

     “Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun (uyun). Çünkü onlar hidayete (doğruya, doğru yola) ermiş kimselerdir.” (Yâsîn: 21)

     Bu beklemedikleri teklif ve öneri karşısında şehir halkı; koşarak gelen adamın samimi / içten nasihat, öğüt, ikaz / ve uyarılarına yine büyük bir tepki gösterir. Koşarak gelen adamın; bu tepkisi / bu karşı çıkışı; halkın davranışına; onları itham etmek, suçlamak, tehdit etmek, kızmak şeklinde olmadı. Onları rencide etmeden, incitmeden; sanki onların hatalarını kendisi yapıyor, işliyormuş gibi, bizzat kendisini suçlamak oldu! 

     “Kızım sana söylüyorum. Gelinim sen anla!” kabîlinden; tebliğin, hakikat ve gerçeği bildirmenin, doğru yola çekmenin, en güzel usul ve metodunu bizlere duyurup gösteriyor.

     Muhteşem bir tebliğ / bir duyuru, bir haber veriş düstur ve metodu.

     15 asır / 15 yüzyıl önce cereyan etmiş / meydana gelmiş olan bu eğitim, öğretim, ikaz / uyarı tarzı, ne kadar yapıcı ve etkili.

     “Düşmanı yok etmenin en güzel yolu, onu kendine dost kılmaktır.“

                                                                         - 2 -

     Böylece hem düşman yok olur. Hem de bir dost kazanmış oluruz. Bu insanca davranış; en güzel kazanma usul ve metodudur. 

     Çünkü “Bir düşman çok, bin dost azdır.” Bir düşmanın yapacağı kötülüğü, bin dost önleyemez. Zira herkesten habersiz ve gizli olarak yapılacak ve haberleri olmayacak fenalığı; dostların sayı çokluğu önleyemez.

     Şehrin öbür ucundan koşarak gelen adam (Habibi Neccar); toplumun hatasını, sanki kendisi yapmış gibi, onların şahsında kendini suçluyor, kendini itham ediyor!

     İnsanı, ne güzel kazanım yolu. Kendi safımıza çekiş metodu. Kısaca insana, insanca yol gösteriş tarzı. Ne diyordu o güzel adam:

     “Bana ne olmuş ki, beni Yaratana ibadet (kulluk) etmeyecek mişim? Halbuki, hepiniz O’na döndürüleceksiniz.” (Yâsîn: 22)

     “O’ndan başka ilâhlar (Tanrılar) mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar  dilerse onların (putların) şefaati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar.” (Yâsîn: 23)

     “İşte (asıl) o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum.” (Yâsîn: 24)

     “Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin.” (Yâsîn: 25) 

     Halk, bu sözleri dinlemeyip o zâtı taş yağmuruna tuttular! Şehit ettiler! Fakat tam öleceği esnada ona:

     “Gir cennete! Denildi. ‘Keşke, dedi. Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan (ikram edilenlerden) kıldığını bilseydi!’ ” (Yâsîn: 26, 27)

     Dikkat edersek, bu durumda bile, şehrin öbür tarafından gelen adam, halkı suçlamıyor, onlara ta’n etmiyor / onları kınamıyor, tahkirde bulunmuyor, onlara belâ okumuyor. Onların hiçbir şeye lâyık olmadıklarını söylemiyor. Cezaya çarptırılmalarını istemiyor. Sadece üzülüyor ve keşke gerçekleri görebilseydiler diye hayıflanıyor.

     “Demek kavmini unutuvermemiş, kin ve intikam duygusu da beslememiş, düşmanlarına bile merhamet eden evliya ruhu ile istemişti ki, kendisinin erdiği mutluluğu bilseler de, cinayetlerine, küfürlerine tevbe edip iman ve ibadet yolunu tutsalar, Allah yolunda fedailik etseler. Bununla beraber bu temenni, haklı bir öğünme mânâsından (da) uzak değildir.” (Elmalılı M. Hamdi Yazır) 

     Tıpkı Hz. Muhammed’in Taif dönüşü kışkırtılmış çocukların taş yağmuru altında ayakları kan revan içindeyken bile, kavmi için “Bilmiyorlar!” diyerek onlar hakkında belâ istememesi gibi. 

     Ayrıca, bugün kendisini anlamayanların çocukları içinden, kendisini anlayanların çıkabileceğini  düşünerek, kavmin başına belâ ve musibet gelmesini istemiyor.

      Ne büyük bir şefkat, nasıl bir hikmet, hizmet, metot ve usûl anlayışı.

                    İşte insanı kurtaracak, Kur’an Yolu bu!

                    Yol göstericilerin, en büyük Ulvî Kutbu.